Quantcast
Channel: Kayıp Paylaşımlar Koleksiyoncusu
Viewing all 3916 articles
Browse latest View live

Özgür Demir’den Yeni Albüm: Seni Gördüm

$
0
0
15 şarkılık ilk albümü İzler ve çıkış parçası Ömrümün Asfaltı'na çektiği klibiyle sakince kulaklarımıza eğilen Özgür Demir'in dokuz şarkıdan oluşan yeni albümü Seni Gördüm, bugünden itibaren müzik marketlerde ve dijital mecralarda olacak. Sadeliğin korunduğu ince bir işçiliğin kendisini gösterdiği albüm, renksiz bir dönem geçiren müzik dünyasına yeni bir soluk kazandıracak.

Romantikliği kaybetmeden…
SRS Müzik etiketiyle raflarda yerini alacak olan yeni albümünde de romantikliğini kaybetmeyen Özgür Demir, Lami Yiğit’le yazdığı “Düş” hariç bütün parçalarının söz ve müziklerini kendisi yazdı. Müzik yönetmenliğini Uğur Yılgın'ın yaptığı yeni albümün ilk klibi ise, Cem Erdoğan tarafından çekildi. 

Bilmemişim şarkısı için hazırlanan ve suluboya animasyon teknikleri kullanılan klip...


Kendi yatağını açan müzik
Kendi müzikal tarzını oturtmuş, bir şarkıcıdan çok bir anlatıcı tavrıyla, samimi ve küçük keşifler yapan sanatçıya davulda Cem Sait Arslantunalı, klasik, akustik ve elektro gitarda Hüseyin Sarısaltıkoğlu, elektro gitarda Levent Özer, bas gitarda Argun Erişçi, mızıkada Tuncay Korkmaz, çelloda Özer Arkun, klarnette Göksun Çavdar, perküsyonda Türker Çolak, akerdeonda Ortaç Aydınoğlu eşlik etti. Tamamen akustik bir çalışma olan Seni Gördüm albümünün düzenlemeleri ise Uğur Yılgın ve Özgür Demir tarafından yapıldı. 




Gazeteci Gülşen İşeri’den Ateşin ve Sürgünün Gölgesinde: Kentsel Dönüşüm

$
0
0
Gazeteci Gülşen İşeri kentsel dönüşümün asıl mağdurlarının izini sürmeye devam ediyor. İlk kitabı ‘Metropol Sürgünleri’nde kentsel dönüşümle yıkılmış ve yıkılmakta olan mahallelerin izini süren İşeri, ikinci kitabı ‘Ateşin ve Sürgünün Gölgesinde-Kentsel Dönüşüm kitabında aynasını yine yoksul mahallelere tutuyor.

Nota Bene yayınlarından çıkan Kitapta, yazar, İstanbul, Ankara, İzmir, Diyarbakır, Van, Nusaybin ve Antakya illerinde yaptığı araştırma ve saha çalışmasında pek çok mahalle gezdi…

Türkiye’nin dört bir yanında, Kentsel Dönüşümün olduğu ana mekanların neredeyse tümünün öyküleri, birinci derece tanık ve aktörlerini de içererek, Gülşen İşeri’nin kitabında yer alıyor. Farklı illerdeki mahallelerde yaşanılan kentsel dönüşüm uygulamaları masaya yatırılıyor. Gülşen İşeri tek tek hepsini dolaşarak, farklı farklı belediyelerin uygulamalarına da ışık tutuyor.

Sonuçta görülüyor ki, uygulama kentsel dönüşümün mimarı ve motor gücü olan AKP ile sınırlı değil, CHP ve BDP dahil tüm partiler kentsel dönüşüm uygulamalarına başvuruyor. Gülşen İşeri, eleştirel kalemini sadece AKP’ye değil, tüm diğer partilere de yöneltiyor.

Kentsel Dönüşümün tetiklediği isyanı, Gezi’yi de unutmayan İşeri, Gezi’de yaşamını yitirenlerin ailelerine de tutuyor aynasını; Ethem Sarısülük, Abdullah Cömert, Ahmet Atakan,  Ali İsmail Korkmaz, Mehmet Ayvalıtaş, Medeni Yıldırım, Hasan Ferit Gedik, Berkin Elvan Kentin Kırık Aynası’na yansıyanlarla çoğalıyor...

Sırrı Süreyya Önder, Melda Onur, Anti-Kapitalist Müslümanlar, Ercan Kesal, Nejat İşler, Can Atalay, Kawa Nemir, Ali Kılıç gibi isimlerle de röportajlar yer alıyor.

Bu kitap kentin asıl sahipleri, yoksulları, hiç unutulmasın diye yazıldı!

“Kentsel Dönüşüm Projesi yaşam alanı yaratacak özelliklerden yoksun ve kentin bütünüyle uyumsuz yapı toplulukları kurup insanları yerleşmeye “davet” ederken, insanların da birer proje olmadığı gerçeğini tamamen göz ardı ediyor.

Çoğunluğu göçle gelip, yeniden bir hayat inşa ettikleri mahallelerden şimdi sürgün edilen insanlar, yıllarca kim bilir ne sağlam dostluklar kurdular, dayanıştılar...  Kim bilir hangi komşuluklarda kaç kahvenin telvesinde umut aradılar, kaç bebeği birlikte karşılayıp kaç sevgilinin üstüne birlikte toprak attılar; borçlu kaldılar, alacaklı oldular, isyan ettiler.

Şimdi kendilerine işaret edilen köksüz bir arsanın ruhsuz bir binasına hangi anıları taşıyacaklar, nasıl?

Proje nasıl yapı inşa ederken bir arada yaşamanın gereklerini bilmiyorsa, bir kez daha göçe zorlanan insanların birbirine hem çok benzeyen hem de biricik olan ‘hikaye’lerini de bilmiyor; duymak istemiyor.

Gülşen İşeri, içten bir sesle o hikayeleri anlatıyor bizlere. Yakıcı, içimize işleyen...”
Güldal Kızıldemir (Gazeteci-Yazar)

Notabene yayınları
Fiyat: 16 TL
Sayfa: 225


Artık Günahkâr Ruhlar İçin Hesap Zamanıdır! : Üç

$
0
0
Güney Afrikalı yazar Sarah Lotz’un Üç adlı gerilim romanı edebiyat dünyasında büyük yankılar uyandırdı... Stephen King’den “Yüksek gerilimli, bomba gibi bir eser!” övgüsünü alan roman, inançlılar ve inançsızları ortak bir noktada birleştirerek okuyucuyu esir alarak ses getirdi... Yurtdışında büyük yankılar uyandıran Üç, şimdi Türkçe’de Altın Kitaplar etiketiyle tüm kitapçılarda.

12 Ocak’ta dünyanın çeşitli bölgelerinde birkaç saat arayla dört uçak kazası meydana gelir. Güney Afrika, Japonya, Florida ve okyanusa düşen uçaklarda yüzlerce kişi hayatını kaybeder. Ancak bu kazalardan üç kişi kurtulur. Üç enkazdan birer çocuk sağ çıkmıştır. Özellikle çocukların garip davranışları hakkında ayrıntılı bilgiler ortaya çıkınca, basında yoğun spekülasyonlar başlar. Düşen dördüncü uçaktan ise hiç kimse kurtulamamıştır ama yolculardan biri kayıptır. Yine bir çocuk...

Uçaklardan birinde yolculuk eden ve oldukça inançlı bir kadın olan Pamela May Donald, Tokyo’dan Osaka’ya uçarken kulakları sağır eden bir patlama sesi duyunca ölümle karşı karşıya geldiğini anlar.
Ölmeden önce, “Çocuk, çocuğa dikkat edin, ölü insanlara dikkat edin, ah Tanrım o kadar çok sayıda ki... Şimdi benim için geliyorlar. Yakında hepimiz gideceğiz. Hepimiz!” şeklinde bıraktığı sesli mesajla evrensel bir panik yaratır. Bu mesajı duyan muhafazakâr gruplar hayatta kalan çocukların Mahşerin Dört Atlısı olduğuna inanırlar. Bu onlar için sevindirici bir haberdir.

Lotz öyküsünü, olayın tanığı olan bir gazetecinin ağzından kurgu dışı bir kitap gibi anlatıyor. Tamamlanmamış bir biyografiyi, çeşitli söylentileri, hatta internete düşen ve insanları rahatsız eden olayları birbirine bağlayan Lotz’un bu eseri bizlere korku romanları ustası Stephen King’in Göz adlı yapıtını anımsatıyor. 

Üç, sınıflandırılması zor bir kitap.  Bazı noktalarda gerilim ve geleceğe yönelik. Hatta distopyan akımına bir örnek de diyebiliriz. Son birkaç sahne ise korku olarak betimlenebilir. Kitabın bazı bölümleri okuyucuların tüylerini ürpertecek. Bu romanın en şaşırtıcı yönü de gerçek inançlıların ve inançsızların birleştikleri ortak bir komplo teorisinin var olabileceğini kanıtlaması.

Üç’ün en büyüleyici yanı ise Sarah Lotz’un roman içinde bir roman yazmış olması. Konunun dünyadaki tek bir noktaya odaklanmaması da bir hayli ilginç. Değişik kültürlerde uçak kazalarının nasıl algılandığını ve hayatta kalanların ne tür olaylarla başa çıkmak zorunda olduklarını öğrendiğimiz Üç, komplo teorisyenlerinin hayallerine hitap ediyor. Kitap ilerledikçe, yeryüzünde birçok kötü olayın gerçekleşmeye başlaması için küçük bir kıvılcımın yeterli olabileceğini bir kez daha görüyoruz. Çok zekice yazılmış bu romanın sonuna geldiğinizde neyin doğru neyin yanlış olduğunu okuyucu da ayırt edemiyor.

Olağanüstü bir üslup kullanmış olan Lotz, kitabın ilk sayfasından başlayan gerilimi her yeni bilgide bir basamak daha artırıyor. Çeşitli karakterleri içeren roman öylesine ustaca kurgulanmış ki, okuyucular bu heyecan dolu kitabı bir solukta bitirecekler. Evrensel çekiciliği ve harika yazım üslubuyla Üç, hiç kuşkusuz yılın en ses getiren eserlerinden biri.

“Duman var, ama duman gibi kokmuyor. Işık var ama ışığa benzemiyor. Bu uçakta çocuklar var… ama çocuk gibi değiller… Tanrım! Neler oluyor?”

Sarah Lotz mahlas kullanmayı seven bir senarist ve romancıdır. Yazar, Louis Greenberg ve S.L. Grey mahlaslarıyla kent yaşamını anlatan korku romanları, Lily Herne mahlasıyla kızı Savannah ile birlikte gençlik zombi serileri ve yazar Helena S. Paige ile beraber erotik romanlar yazmaktadır. Ailesi ve evcil hayvanlarıyla birlikte Cape Town’da yaşamaktadır.

Kitabın Adı: Üç
Orijinal Adı: The Three
Yazar: Sarah Lotz
Çevirmen: Mehmet Gürsel
Dizi Adı / Türü: Roman / Korku-Gerilim
472 sayfa
26.00 TL
Dağıtım Tarihi: 28.10.2014


Obvious Child : Sapkın, Yanlış, Garip

$
0
0
Uzunca bir dönem görmezden gelinen Bağımsız Sinemanın son dönem atağı artarak sürüyor... Artık oscar adayı çıkararak şov yağan bağımsız sinema örnekleri, yenilerinin de daha kolay çevrilmesini sağlıyor... Tüm bunların arasında, New York örneklerine ayrı başlık açılsa yeridir... Oyuncuların doğal hayatlarından kesitler taşıyan imece filmleriyle yükselişe geçen türe eklenen her yeni örnek, sokaktaki hayata dair belge de sunmaya devam ediyor... Kısa filmden uzun metraja dönüşen “Obvious Child” da bu doğallıktan beslenenlerden... Aldığı övgülerle yılın öne çıkanlarından...

Anna Bean, Karen Maine ve Gillian Robespierre üçlüsünün yazdığı ve Robespierre’in yönettiği 2009 yapımı 23 dakikalık kısa film “Obvious Child”, beş yıl sonra uzun metraja dönüşmüş... Kadın karakterinin üzerinden günümüz insanına ve ilişkilerine bakış atan ve sözünü sakınmayan bir film olarak öne çıkınca, macerayı uzatmaya karar vermiş Robespierre... Karen Maine ve Elisabeth Holm ile oluşturdukları öykü sonrası senaryoyu da kotarıp ilk uzun metrajına girişmiş... Jenny Slate yine başrolde, Jake Lacy, Gaby Hoffmann, Gabe Liedman, David Cross, Richard Kind ve Polly Draper da ona eşlik eden isimler...

Donna ile tanışıyoruz... New York’un sıradan sakinlerinden biri... Gündüzleri kitapçıda çalışan, gece de küçük bir kulüpte stand-up için sahneye çıkan kızımız maddi sıkıntılar başta olmak bir sürü sorunla boğuşuyor... Tüm bunların üzerine bir de ayrılık ekleniyor... Ayrılık kararının bonusu olarak sevgilisinin zaten bir ilişkisi olduğunu ve artık saklamayayım deyip gitmesiyle başlayan bunalım, gösterilerine de yansıyor elbette... En iyi intikamın yaşayarak alındığını söyleyen babasına dinleyecek kadar dibe batan kızımız, girdiği tek gecelik ilişki sonrasında yeni maceraya adım da atmış oluyor...

Çok hoşlanmadığı, sarhoşluğun etkisiyle girdiği ilişkiden hamile kaldığını öğrenen Donna’nın, bu durumla yüzleşmesi, kürtaj kararı alması ve doktorun verdiği tarihin 14 Şubat olması gibi detaylarla süslü macera 84 dakikanın özeti... Kürtaja dair uzun uzun diyaloglarla şekillenen film, detaylardan beslenmesi ve doğallığı ile kullanıyor süresini... 

Sundance Film Festivalinde yaptığı prömiyerden itibaren yılı festivallerde geçiren film, övgülere boğulmuş ve ödüllerle de taçlanmıştı... Jenny Slate’in ödül almasına itirazım yok elbette ama yılın bağımsızlarından biri diye etiketlenmesi hayli tuhaf... Ortada bir konu olmadan, sırf gevezelikle ve gereksiz diyaloglarla ilerliyor Obvious Child... Bel altı esprileri yaratıcı ama onun da filmin geneline etkisi olduğunu söylemek zor... Gereksiz sahneler ve karakterler mevcut... Örneğin Sam ve onunla Donna arasındaki sahneler, uzun metraj için gereken süreyi yakalamak için eklenmiş gibi...

Robespierre, kızımızı ete kemiğe büründürmek için çok çabalamışsa da bir türlü izleyiciye geçecek bir şey yaratamamış... Aklı uçuk, sıra dışı bir kadın olduğunu iddia eden havasına karşın böyle bir karakter yok ortada... Babasının tanımlamasıyla “sapkın, yanlış ve garip” biriymiş Donna... Ama bu tanımlamalar asılı kalıyor havada...

İncir çekirdeğini doldurmayan konudan 84 dakikalık uzun metrajı çıkarmak için çabalarken bolca yanlışa düşen, erkeğin kadının suratına osurması gibi sapkınlıklarıyla da garipleşen Obvious Child, Jenny Slate’in oyunculuk gösterisi dışında hiç bir şey sunmayan, abartılmış bir bağımsız balon...  


Vizyona Giren Filmler : 24 Ekim

$
0
0
Dokuz filmin vizyona girdiği haftanın başrollerinde yerli filmler ve aşk var... Beş yerli filmden, dönem draması “Birleşen Gönüller” ve saçmalıktan ibaret ilk filmin devamı “Sabit Kanca 2” en fazla seyirciyi toplamaya adaylar olarak ilgi beklerken, savaş filmi “Fury” de dünyada gördüğü ilgi ve aldığı notla meraklı izleyicisini bekliyor... Yerli yol komedisi “Delisin Delisin”, haftanın tek korkusu “Annabelle”, ergen romantik komedisi “Ya Aşksa” ve içe işleyen gerçekçiliği ile öne çıkan “Aşkın Halleri” de öne çıkan diğer filmler... Festivallerde aldığı tam notu ödüllerle süsleyen “Nergis Hanım” ve “Kağıttan Kayıklar”sa az kopyayla, haftanın vizyona girmiş gibi yapan filmleri...


Birleşen Gönüller
Yönetmen: Hasan Kıraç
Oyuncular: Rojda Demirer, Hande Soral, Serkan Şenalp
Konu: Kuzey Kafkasya Türklerinden Niyaz ve Cennet evliyken savaşın sert darbesiyle ayrılmak zorunda kalırlar. Nazi işgali köylerine kadar gelir. Cennet ve bütün köy zorunlu işçiler olarak Almanya’ya, çalışma kamplarına gönderilir. Cennet doğurduğu yavrusu Bedel’le birlikte hayata dayanmaya çalışır. Ne vatanına geri dönebilir ne de Niyaz’ından bir daha haber alabilir. Ve bir gün Yunus ve Dilek çifti Kazakistan’a gelirler. Kader, her zorluk içinde ne saklar bilinmez.
Bu tür filmlerde bir türlü başarılamayan atmosfer kurma işini iyi kotaran film, nedense kendini haddinden fazla büyük görmüş... Büyük büyük cümleler etme uğraşı, müzikler vs derken tüm dikişleri görünen formülden muzdarip... Konusu ve atmosferi iyiyken, ağlatma hedefine kilitlenmek yerine öyküsüne odaklanması yeterliydi...


Sabit Kanca 2
Yönetmen: Alper Mestçi
Oyuncular: İsmail Baki, Turabi Çamkıran, İrfan Aslanhan, Damla Ersubaşı
Konu: Sabit Kanca’nın ev sahibi Rıfat Amca, TV.de gördüğü Rencide ile evlenmek ister. Ancak ilk buluşmalarında Rencide, Rıfat Amca’yı beğenmez. Aralarını yapmak da Kanca’ya kalır, birikmiş kira borçlarından ötürü buna mecburdur. Kanca bunun için çabalarken bir de başına Rencide’nin kızı Zeliş’in eski sevgilisi Turabi çıkar. Turabi, Zeliş’le evlenmek için Rencide’yi kaçırır ve olaylar sarpa sarar. Çözmek de tabii ki Sabit Kanca’nın görevidir.
Berbat bir filmin bile devamı geliyor ve seriye dönüşüyorsa orada durup düşünmek lazım... Yerli filmlere kestirdiğiniz biletler, üzerine sosyal medyada çevirdiğiniz geyiklerin bir faturası var ve buyrun ödeyin... Belaltı esprileriyle geçmek bilmeyen 94 dakikalık bir rezalet...


Fury
Yönetmen: David Ayer
Oyuncular: Brad Pitt, Shia LaBeouf, Logan Lerman, Michael Pena
Konu: Nisan 1945. İttifak Devletleri Avrupa cephesinde son bir gayret gösterirken, Wardaddy adında bir çavuş, düşman hattı arkasında bir Sherman tanka ve beş kişilik ekibine komuta etmektedir. Sayıca ve silâhça az olan, bir de çaylak askeri olan müfrezenin komutanı Wardaddy ve adamları, Nazi Almanya’sının kalbinde bütün olasılıklara kahramanca meydan okumaktadır.
Polis, özel tim derken bu sefer askerleri kahraman olarak gösteren Ayer, en sıradan amerikalının bile içinde kahraman vardır düsturunu başarıyla uyguluyor... İyi film olmasına lafımız yok ama, bu kahramanlıklarından içimiz şişti artık yahu...


Delisin Delisin
Yönetmen: Tolga Baş
Oyuncular: Çetin Altay, Turgut Tunçalp, Ender Gülçiçek, Ferzan Hekimoğlu
Konu: Sadri, Asabi Rami ve Tombik Fırat aynı akıl hastanesinde tedavi gören üç yakın arkadaştır. Hastaneye sonradan gelen Arhan’ın dışarıdaki etkileyici anlatımının teşviki ile hastahaneden kaçarak sürükleyici bir maceraya atılacaklardır. Hastaneden ele geçirdikleri çok eski bir minibüsle başlayan bu yolculukları sırasında aralarına katılan Burcu bu serüvene bambaşka bir tat katacak ve oluşturacakları samimiyetle yolculuklarının rotasını belirleyecektir.


Annabelle
Yönetmen: John R. Leonetti
Oyuncular: Annabelle Wallis, Ward Horton, Alfre Woodard, Eric Ladin
Konu: Kötülüğü içinde barındıran Annabelle adlı oyuncak bebek, Connecticut’ta bir müzede kilit altında tutulmakta ve ayda iki kez rahip tarafından kutsanmaktadır. Annabelle filmi kötülüğün bu oyuncak bebekte ortaya çıkmasından öncesini anlatıyor. John Form hamile eşi Mia için sonunda mükemmel hediyeyi bulmuştur: Çok güzel, el yapımı, bembeyaz bir gelinlik giymiş, oyuncak bir bebek. Ancak, Mia’nın Annabelle için duyduğu sevinç fazla uzun sürmeyecektir.
“The Conjuring”de tanıştığımız biblo bebeğin öyküsü, benzeri projelerde çok sık görmediğimiz derecede derli toplu... Eldeki malzemeden kolay yolu seçmek yerine, iyi senaryosu ve işleyişine eşlik eden dönem atmosferiyle üzerine uğraşılmış bir şeyler anlatma derdinde... Bu yüzden de beklentilerin üzerinde iyi bir seyirlik... Türü sevenler kaçırmasın...


Ya Aşksa? / What If?
Yönetmen: Michael Dowse
Oyuncular: Daniel Radcliffe, Zoe Kazan, Megan Park, Adam Driver
Konu: Film, önceki ilişkilerinden yara almış Wallace ve şimdiki ilişkisinden memnun görünen Chantry’nin arkadaşlıktan öteye gidemeyen ilişkilerini anlatıyor. Wallace’ın etrafındaki herkes, partnerlerini bulmuşken, Wallace aşk hayatını askıya almıştır. Tam bu esnada, Chantry ile tanışır. Wallace ve Chantry çok iyi anlaşırlar. Aralarındaki uyum, bu işin başka yerlere gidebileceğinin sinyalini vermektedir. Ancak onlar bu yoldan gitmeli midir?
Ruh eşi seçme manyaklığına dair bitmek bilmez örneklerin sonuncusu, festivallerde parlamış ve kendini sevdirmişti... Ergenlerin tüm derdinin iki aday arasında seçim yapmak olduğuna dair konusu, zayıf senaryosu ve uyumsuz ikilisi gibi sorunlarıyla sırıtıyor... Bir tiyatro oyunu uyarlamasından daha çok yaratıcılık beklerdik...


Aşkın Halleri / The Disappearance of Eleanor Rigby
Yönetmen: Ned Benson
Oyuncular: James McAvoy, Jessica Chastain, William Hurt, Isabelle Huppert
Konu: Mutlu bir evlilikleri olan Conor ve Eleanor, kendilerini birbirlerini anlamaya çalışan yabancılar olarak bulurlar. Him ve Her olarak iki bakış açısıyla çekilen film, Connor ve Eleanor’un daha önceden bildikleri hayatı ve aşkı yeniden keşfetmelerindeki süreci subjektif bir pencereden bizlere aktarıyor. Aşkın Halleri, yazar, yönetmen Ned Benson’ın aşkı empati ve gerçekle birleştirdiği son filmi.
Çiftimizin aşkını ikisinin gözünden farklı bakış açışlarıyla anlatan film, yönetmeninin sadece hikayeyi anlatmaya odaklanmasıyla gerçekçi ve etkileyici... Oyunculuklardan da sadece gerekeni alan Benson, abartıdan ve parlatmalardan uzak durarak iyi iş çıkarmış...


Nergis Hanım
Yönetmen: Görkem Şarkan
Oyuncular: Zerrin Sümer, Settar Tanrıöğen, Faruk Barman, Begüm Akkaya
Konu: Orta yaşlı Ekrem, Alzheimer hastası annesine bakmak zorundadır. Annesinin bakımın için tüm hayallerini bir kenara bırakmıştır. Yaşadıkları bu küçük eski evde geçen her gün birbirinin aynıdır. Nergis her yere işer, yemeği çöpe atar. Ekrem de annesiyle bu pis kokan eski eve hapsolmuştur. Annesinin evden kaçmasına mani olmak için kapı ve pencereleri kilitleyen Ekrem, Nergis Hanım sabrını taşırana dek kaderini kabul etmiş gibidir.
33. İstanbul Film Festivali'nde Seyfi Teoman En İyi İlk Film Ödülü'nü alarak sükse yapan film, Altın Koza’dan da oyuncusuna ödül kazandırarak iyi olduğunu tescillemişti... Haftanın en iyi yerlisi...


Kağıttan Kayıklar
Yönetmen: Murat Yaykın
Oyuncular: Medya Örmek, Kemal Ulusoy, Berfin Emektar, Kazım Ermek
Konu: Medya Örmek bir gece çatışma sırasında yaralanır ve bir evin kapısını çalar. Bu evde yaşayan Kazım ve eşi Durre kapılarını açarlar. Durre hamiledir, sancılarının başladığı gün evlerinde özel timin baskınına uğrarlar. Kazım ve Medya, tim tarafından götürülürken doğum gerçekleşir. Aradan yıllar geçer ve araştırmacı yazar Selçuk, bu bölgede çalışmalarını sürdürürken yolları bu aileyle kesişir.


4. Bumerang Ödülleri'nde "En Çalışkan Blog" Adayıyız!

$
0
0
Blogların en büyük destekçisi Bumerang’ın, 2011’de başlayan ve artık gelenekselleşen prestijli Bumerang Ödülleri’nin dördüncüsü başvuru ve oylama süreci ile başladı... Kpk da “En Çalışkan Blog” adayı olarak süreçte yerini aldı...

Türkiye’nin Blog Oscarları, bu yıl yenilikler ve düzenlemelerle daha ciddi... Bir heves açılıp güncellenmeden kafasına estikçe yayın yapan bloglardan uzak kategoriler, daha profesyonelce yayın yapan adaylarla dolu... Yedi farklı kategoride yarışacak olan bloglar, önce oylamadan geçecek ve oylama süresi sonunda her kategoriden en çok oyu alarak öne çıkan 10 site arasından jüri üyelerinin belirleyeceği 3’er site finalist olarak ödül törenine katılacak. Kategori kazananları, 10 Aralık 2014 Çarşamba günü IKSV Salon’da gerçekleşecek gecede açıklanacak. Yedi kategori:

En Tarz Blog
En Sosyal Blog
En İyi Çıkış Yapan Blog
En İyi Yerel Site
En Uzman Blog
En Çalışkan Site
En Çalışkan Blog

23 Ekim Cuma itibariyle başvurular ve oylama süreci başlamış durumda... Kpk olarak kategorimiz “En Çalışkan Blog”... Kategorinin şartları da şöyle;
Hedef kitlesine uygun içerik zenginliği ve geniş arşivi ile dikkat çeken,
Blog içeriklerini düzenli aralıklarla güncelleyen,
Yazılarını video ve görsellerle zenginleştiren,
Okuyucularına benzersiz, özgün araştırmalar ve/ veya röportajlar sunan,
Özgün ve farklı anlatıma sahip bilgileri içeren,

14 Kasım’da yayındaki sekizinci yılını geride bırakacak bir blog olarak, gerek blogda gerekse de sosyal medya hesaplarında olabildiğince çalışkan olduğumu düşünüyorum... Siz ne dersiniz bilmem ama kategorimizin şartlarını taşıyoruz bence...

Ödül törenine katılmak, ilk onda yer almak gibi hırslarım yok... Daha önce defalarca belirttiğim üzere, ödül sistemine inanmam... Bu tip heyecanlar güzeldir, okurlardan bir kişinin bile arkadaşına oy vermesi için bahsederek yeni okur kazandırması ya da kulağımı çınlatması yeterde artar bile... 

Bu süreçte blogu ilk kez ziyaret edenler için minik bir özgeçmiş vereyim,

Kpk, 14 Kasım 2006’dan bu yana yayında... Yayındaki sekizinci yılı bitirmek üzere, bu süreçte oluşan (23 Ekim 2014 itibariyle) 4510 yazılık bir arşive sahip... Sinema blogu desek değil, müzik desek değil, herhangi bir alt başlığa konuşlanmak yerine kültür sanat blogu olmayı tercih ediyor... Herhangi bir bağımlılığı yok, davetiye peşinde koşmuyor, hediye dağıtmıyor... Alexa, backlink vs. web yayıncılığındaki teknik detayları da önemsemiyor... Farklı ve özgün olmaya çalışıyor, adresi ve adı bilerek isteyerek farklı... Bir kaç istisna haricinde tüm yazılar bana ait ve tek yazarlı bir blog... 

Blog Ödülleri 2014’e aday olduğumuza göre, bu yıl neler oldu onu da söyleyeyim...

1 Ocak – 23 Ekim arasında (296 günde) yayına giren yazı sayısı: 529... 

Eylül itibariyle, yayın çizgisini yeniledim... Artık filmlerin fragmanları, afişleri, ilk bakış yazıları yer almıyor ve sinema içeriği istisnalar dışında sadece kritiklerden ibaret... Aynı şekilde, yeni albüm, video, şarkı haberleri de yer almıyor ve müzik içeriği sadece aylık albüm raporlarından ibaret... 

Kasım 2013 itibariyle başlayan “Kulak Keyfi: Albüm Raporu” her ayın en çok okunan yazısı oldu ve 11 yazıda yerli/yabancı toplam 257 albüm içerdi... Herhangi bir blogun bu rakama ulaşabileceğini sanmıyorum... Üstelik, zannedilenin aksine bu albümlerin hiç birini herhangi bir plak firmasından edinmiş değilim, hiç bir müzik şirketiyle bu tarz bir ilişkim ya da bağım yok... Sadece iyi bir müzik dinleyicisi olarak peşinde koştuğum albümler bunlar...

Benzer şekilde Dizi Raporu da aylık olarak, yeni başlayan tüm dizileri içermekte...

Facebook sayfasını olabildiğince güncel tutmaya çalışıyorum... Blogda yer almayan haber ve bültenlerle oluşturuyorum... Blogun ayrı bir twitter hesabı yok, kendi hesabımı kullanıyorum ve yazıları düzenli olarak paylaşıyorum...

Ve Yayınevi’nin okur söyleşilerini benimle başlatması, sosyal medyada gecenin keşfi olarak gündeme gelmek, genç yazar dostların tavsiye etmesi, aylık raporların referans olarak kabul edilerek paylaşılması güzel gelişmeler oldu... İçerikteki yazıların kaynağı olan kurumlar yazıları kendi hesaplarında paylaşmaya, sözlük siteleri ve vikipedi de içeriği yazılarında referans olarak kullanmaya devam etti... “Kulak Keyfi” 2 Eylül itibariyle radyo programına dönüşerek, Radyo Mood’da başladı... 

Hep sorulan ziyaretçi sayılarında, bu yıl sıçrama vardı... Daha fazla ilgi ve ziyaretçi çekti... Bir çok kurum, pr ve reklam şirketinin oluşturduğu blog listesinde yer aldı... Son olarak da bu hafta Borusan’dan kültür sanata verdiğim desteğe teşekkür notu da içeren çanta dolusu paket aldım... En çok sevindiğim gelişmeler de, yayındaki bunca yıl sonrasında birilerinin bu çabayı farketmesi zaten... 

Kısaca böyle... Bundan sonrası size kalmış... En çalışkan blog mu değil mi karar sizin... Adaylık süresince sizlere düşen, oylarınızla destek vermek... Oy vermek için; linki tıklayıp telefon numaranızı yazıp, sms olarak gelecek doğrulama kodunu girmeniz yeterli. Herkesin tek oy kullanabilmesi adına kullanılan sistem için faturanıza hiçbir ücret yansımayacak… Telefon numarasıyla oy verilmesinde herhangi bir sakıncalı durum yok, zira üç senedir görüldüğü üzere sorunsuz şekilde oy verilmekte ve fake oyların önüne geçilmekte... 

Oy vermek için tıklayacağınız link: http://hur.so/dbzz3w

20 Kasım’a kadar sürecek oylama boyunca, sosyal medya hesaplarımdan sık sık oy çağrısı yapacağım için şimdiden özür dileyeyim...

Oy veren, vermeyen, linki sosyal medya hesaplarında paylaşarak destek olan dostlara şimdiden sonsuz teşekkürler...


Uluslararası KısaKes Kısa Film Festivali Başvuruları Başladı!

$
0
0
2010 yılından beri liseli öğrencilerin hayal güçlerini yarıştıran KısaKes Film Festivali’nin Univision ayağı, bu yıl tüm dünyadaki öğrencilere ulaşmayı hedefliyor. Türkiye'nin farklı sosyal ortamlarında yer alan gençleri birbirleriyle ortak paydada buluşturmayı hedefleyen KısaKes Film Festivali, bu yıl vizyonunu genişleterek tüm dünyadaki üniversiteli öğrencilere ulaşacak. Geçtiğimiz yıllarda, juri üyeliğini Mustafa Altıoklar, Demet Evgar, Selçuk Yöntem, Zerrin Tekindor, Ahmet Mümtaz Taylan gibi önemli isimlerin yaptığı Kısakes Film Festivali, aynı zamanda  dünyada bir ilki gerçekleştirerek uluslararası platformda üniversite öğrencilerini ilk kez bir film yarışmasında bir araya getirecek. Finale kalan filmlerin gösterimini İstanbul ve Berlin şehirlerinde gerçekleştirecek olan KısaKes, üniversiteli öğrencilerin filmlerine uluslararası bir erişebilirlik kazandırmayı hedefliyor. Başvuru tarihinden itibaren dünya çapında 400'ü aşan başvuru alan Kısakes Film Festivali’nin son başvuru tarihi 15 Aralık 2014. 2015 Ocak ayının son haftasında İstanbul'da ve Berlin’de 3 gün boyunca genç sinemacılar ve sinefillerin katılımıyla gerçekleşecek olan KısaKes Univision son gününde gerçekleştireceği görkemli bir tören ile son bulacak. 

Kısakes başvuruları http://www.kisakes.org adresinden kabul ediyor.


Tarih Bilimine Yön Veren En Önemli 50 Tarihçi

$
0
0
Çağlar Boyu tarihyazımının gelişimine mükemmel bir klavuz niteliğinde, içerdiği tartışmalar ve düşünürler bakımından oldukça kapsayıcı olan ‘Tarih Bilimine Yön Veren Düşünürler’ üst başlığı ile “En Önemli 50 Tarihçi” adlı eser, Etkileşim Yayınları kitapları arasındaki yerini aldı. Açık ve özlü bir dille kaleme alınan eserde adı geçen düşünüre ait biyografik bilgiler, düşünürün tarihe yaklaşımı ve diğer düşünürlerle olan etkileşimi de ele alıyor.

Tarihle sadece okul sıralarında değil bazen bir filmde bazen bir fotoğrafta bazen yaşlı bir amcanın sohbetinde bazen de bir kitapta karşılaşırız. Geçmişin bilgisi olarak tarih, her zaman ilgimizi çekmiştir. Sadece “bugün”e nasıl vardığımızı bilmek için değil, aynı zamanda bugünümüzü anlamak için de ilgileniriz tarihle. Hatta “kim” olduğumuzun cevabını vermekte önemli ölçüde bir başvuru kaynağımızdır. Dolayısıyla tarihe bakış açıları da insan ve toplum yorumları kadar çeşitlidir. 

Bugün için tarih bilimi, geçmişteki insanın yaptıklarını, neden ve sonuç ilişkisi dâhilinde, yer ve zaman göstererek, belgeler ışığında, objektif olarak inceleyen bir bilim dalı olarak kabul edilir. Ancak tarih biliminin bugünkü standartlara kavuşması bir anda olmamış, bilakis düşünürlerin yüzyıllar süren bir periyotta her birinin birer tuğla koymasıyla örülmüştür tarih binası.

İşte bu binayı her bir tuğlasıyla, her bir imzasıyla yakından ama bütüncül bir bakış açısıyla tanımak isteyenler için yazılmış ve tarihyazımına mükemmel bir kılavuz olan “En Önemli 50 Tarihçi” adlı eser, Etkileşim Yayınları arasında yayınlandı. Marnie Hughes-Warrington’ın imzasını taşıyan eser “Tarih bilimine yön veren düşünürler” üst başlığını taşıyor. 

TARİHYAZIMI İÇİN ÖNEMLİ BİR KAYNAK 
Eser, içerdiği tartışmalar ve düşünürler bakımından oldukça kapsayıcıdır. Antik Çin, Yunan ve Roma'dan Orta Çağ yoluyla çağdaş dünyaya kadar uzanmaktadır. Bu eser Heredot’tan İbn Haldun’a, Hegel’den Toynbee’ye, Braudel'den Foucault'ya, Eric Hobsbawm’dan Şeyh Anta Diop’a kadar tarih alanındaki başlıca düşünürlerin fikirlerine kolay ve toplu bir giriş niteliğindedir.

Açık ve özlü bir dille yazılan her bir bölüm, belli bir düşünürü ele almakta ve düşünüre ait biyografik bilgiler sunmaktadır. Ayrıca her bir düşünürün tarihe yaklaşımı ve diğer düşünürlerin onunla olan ilişkisi, başlıca eserlerinin listesi ve o düşünüre ilişkin daha ayrıntılı araştırma için kaynaklar hakkında rehberlik içermektedir.

TARİH FELSEFESİ ÖNCÜLERİ 
Eseri okuyanlar veya okumak için inceleyenler, kitapta yer alan Kant, Marx, Foucault, Heidegger, Nietzsche gibi bazı filozofların kitabın ismindeki “tarihçi” sıfatıyla örtüşmediğini düşünebilir. Gerçi kitap okunduğunda bu durum daha iyi anlaşılacaktır ancak kitabın ismindeki “tarihçi” sıfatı sadece profesyonel anlamda tarihçiliğe atıfta bulunmuyor aynı zamanda bir felsefe olarak tarihe bakış açımızı, tarihi yorumlayışımızı etkileyen filozofları da tarihyazımını etkilemeleri bakımından “tarihçi” sıfatı altında ele alıyor. 

Eserde tarihyazımının panoramik bir serencamını da buluyoruz. Tarihyazımının şekillenmesinde pay sahibi olan düşünürlerin olayları aktarırken izledikleri yöntemleri, tarihe bakış açılarını, tarihyazımına olan katkılarını görüyoruz. 

Tarihyazımı (historiography) alanındaki ilk çalışmalar, “hikâyeci tarih” diye adlandırılan, ağızdan ağıza dolaşan hatıraların şairler tarafından nazım şeklinde ifadesiyle ortaya çıkmış ve “epos” diye adlandırılan bu anlatılar daha sonra hikâyeleştirilerek nesre çevrilmişlerdir. “Tarihin babası” diye bilinen Herodot, bu türün ve de tarihin en çok bilinen isimlerinden biridir.

Geçmiş olaylardan ders almak, gelecekteki yolu doğru çizebilmek, okuyucuya ahlaki ve milli duygular aşılayabilmek amacıyla yazılan tarih eserleri ise “öğretici tarih” türüne girerler. Bu türün kurucusu diyebileceğimiz Tukidides, “Pelopennesoslular ile Atinalıların Savaşı” adlı eserinde bu türün temel karakteristiğini ortaya koyar. Bu karakteristik, gerçeğe tamamen sadık kalmak; olay ve durumları anlatırken aralarındaki ilişkiyi ortaya koymaktır. 

19. yüzyılda ortaya çıkan “araştırmacı tarih” yazıcılığı ise, olayların nedenlerini ve sonuçlarını derinlemesine inceleyerek yer ve zaman bakımından dönemin toplumsal ve ekonomik yapılarını, iklim ve diğer bütün şartları detaylı şekilde düşünerek, olayları tek bir sebebe bağlamadan yalın bir şekilde anlatır. Fransız tarihçi Fernand Braudel’in “Akdeniz” adlı kitabı, bu türün başyapıtıdır. Braudel eserinde coğrafi yapıları, iklimi, gündelik hayatta kullanılan her türlü araç gereci tarihin öznesi haline getirmiş ve aynı zamanda gerek zaman gerekse mekân algısını kökünden sarsmıştır. Tarihçilerin o devirde kullandığı Newton zamanını dışlamış ve kitabın anlatımını göreceli zaman üzerine kurmuştur. 

Kitapta ele alınan her bir tarihçi, özel olarak zikredilmeyi hak ediyor belki ama böylesi bir girişim, kitabı neredeyse olduğu gibi buraya taşımak olacağından imkân dâhilinde değil. Fakat başta İbn Haldun, Hobsbawm, Şeyh Anta Diop, Collingwood, Sima Qian gibi tarihyazımını şekillendiren elli en önemli tarihçi hakkında daha ayrıntılı bilgiye eserde ulaşılabilir. Kitap, sadece mesleki olarak ilgi sahibi olan profesyonel tarihçilerin kütüphanelerinde bulundurmaları zorunlu olan bir eser değil, tarihle şu veya bu şekilde ve her düzeyde ilgi duyan herkesin okuması gereken temel bir başyapıt niteliğinde.

En Önemli 50 Tarihçi
Marnie Hughes – Warrington
Ürün Kategorisi: Tarih
ISBN: 9 786051 622903
Sayfa Sayısı: 616
Baskı Tarihi: Eylül- 2014



Dünyanın En İlginç Sinema Deneyimleri

$
0
0
Seyahat arama ve karşılaştırma sitesi momondo, dünyanın farklı yerlerindeki en ilginç ve renkli on sinemasını paylaştı. Moskova’dan  Güney Kore’ye, Finlandiya’dan Hindistan’a kadar dünyanın farklı köşelerinde bulunan sinemalar seyahat ederken görülmesi gereken yerlerin başında yer alıyor. Film festivallerinin ve yarışmalarının hızlandığı bu aylarda ziyaret ettiğiniz şehirlerde görmeniz gereken on sinema salonu şöyle:

Pathé Tuschinski – Amsterdam, Hollanda
Kırmızı halılı fuayesi, altın ışıklandırması ve Art Deco ile Jugendstil motiflerinin zengin uyumu ile Pathé Tuschinski sadece en büyük film yıldızlarına ayrılmış bir yeri andırıyor.
1921’de açılan bu zengin detaylara sahip sinema, Amsterdam‘ın en sevilen ve kolay erişilebilir kültür merkezlerinden biri olarak biliniyor.

Cineteca – Madrid, İspanya
Matadero Madrid’in kuzeydoğu köşesinde yer alan ve eski bir mezbahanın sanat merkezine dönüştürülmesiyle günümüzdeki haline kavuşan Cineteca, İspanya’daki belgesel sinemasına adanmış tek sinema olarak faaliyet gösteriyor. Cineteca’da 7.000 hikayeyi ziyaretçilerine tamamen ücretsiz sergileyen bir arşiv merkezi de bulunuyor.

Cinémathèque Française – Paris, Fransa
Paris  Cinémathèque’yi diğerlerinden ayıran en önemli özelliklerden biri, bünyesinde bir film enstitüsü ve geniş bir arşiv merkezi bulundurması. Mimar Frank Gehry’n kübist binasının içinde üç sinema salonu, bir kütüphane, kitapçı ve giriş katında bistro bulunuyor. Cinémathèque’in alametifarikası ise müzesi. Kökeni Lumière kardeşlere ve sinemanın doğuşuna kadar dayanan materyallere sahip bu müze, dünyanın en geniş ve sürekli genişleyen film arşivine sahip.

Andorra – Helsinki, Finlandiya
Andorra, Finlandiyalı film yapımcıları Aki ve Mika Kaurismäki tarafından kuruldu.  Helsinki’de yer alan sinema yapımcıların film setindeki deneyimi yaşatıyor. 
Köşedeki bir müzik çalardan eski Sovyet ezgilerinin duyulduğu bir Sovyetler Birliği hatıra barı olan Kafe Mockba da sinemada yer alıyor.

Kino Intimes – Berlin, Almanya
Bölgeyi kökünden sarsan sanat evi, şehir merkezinin dış kısımlarındaki Friedrichshain bölgesinde yer alıyor. Küçük bir sinema salonu bulunan ve kış aylarında eski bir kömür sobasıyla ısıtılan Kino InTimes tam anlamıyla dağınık bir ruha sahip. En son çıkan bağımsız Avrupa filmleri gösterilirken, sinemanın dışında tamamen farklı bir sanat türü hakim. Berlin‘de bol miktarda graffiti görülmesine rağmen, yeni sokak sanatçılarını cesaretlendirerek izlerini bırakmaları için fırsat sunan ve sürekli genişleyen bir tuval olan Kino InTimes’ın duvarı pek çok yeteneğe tuval olma özelliği taşıyor.

Raj Mandir – Jaipur, Hindistan
Raj Mandir‘in girişinin hemen dışında parlayan yeşil neon ışıklarla sinemanın mottosunu yer alıyor: ‘The Showplace of the Nation – Experience the Excellence’ (Ülkenin Güzellik Abidesi – Mükemmelliği Deneyimleyin). Yerel halk tarafından Jaipur’un mücevheri olarak bilinen ve oldukça süslü, şeker renklerine boyanmış salonu dikkat çekiyor.

Pioner Cinema – Moskova, Rusya
2009′da yeniden açılan bu 1950′lerin eski Sovyet sineması Moskova soğuğundan sığınmak için ideal bir yer. Diğer çoğu Rus sinemasının aksine, Pioner uluslararası filmleri endüstri standardı olan dublajın yerine altyazı ile sunuyor.

Busan Sinema Merkezi – Busan, Güney Kore
2011′de 150 milyon dolar maliyetle açılan bu sinema merkezi, dünya standartlarında altı sinema salonuna ve her yıl düzenlenen Busan Uluslararası Film Festivali sırasında kullanılan bir açık hava sinema salonuna sahip.

Secret Cinema – Londra, İngiltere
Secret Cinema sadece normal film gösterimleri değil, insanı içine alan film deneyimleri sunuyor; ‘The Shawshank Redemption’ filmini hapis parmaklıkları arkasından izletmek veya ‘Hayalet Avcıları’ sunumunu hayaletlerle dolu bir rol yapma etkinliğine çevirmek gibi sıradışı bir deneyim yaşatıyor.

Alamo Drafthouse – Austin, Teksas, ABD
Sinemadaki rahatsız edici davranışlara karşı gösterdiği sıfır tolerans yaklaşımına ek olarak, bu Teksas kökenli sinema zinciri Amerika’nın kült film hastalarının mabedi olarak biliniyor. Film yapımcısı Quentin Tarantino da Alamo’nun önde gelen ziyaretçileri arasında yer alıyor.


kaynak: http://www.momondo.com.tr/seyahat_fikirleri/dunyanin-en-iyi-sinemalari/


Neverlake : Bronz Organlardan Çorba

$
0
0
İtalya'nın Tiber ile Arno nehirleri arasında yeralan Etruria bölgesinde yaşamış ve MÖ 6. yüzyıla dek varlığını sürdümüş bir halk son yıllarda iyiden iyiye ilgi çekiyor... Bizde de sıkça medyada yer verilen Etrüskler, vahyedilmiş bir dine sahip şekilde yaşamış ve pek çok tarihçiye göre kökleri Anadoluya dayanıyor... Roma İmparatorluğu içinde erimiş olsalar da, diğer kavimlerin çok ilerisinde oldukları belgelenmiş ve roma mitolojisine de kaynak olmuşlar... Efsanelerinin kafkas masallarına benzmesi, mezarlarının da lidya mimarisine benzerliği bakımından ilgi odağı olan bu kavimin efsanelerinden beslenen 2013 yapımı gerilim “Neverlake” de aynı şekilde ilgi odağı...

Milattan önce 7-3 yüzyılları arasında yaşayan Etrüskler’i kaynak alan ve konusundaki bağı bu kavimin efsanelerinden alan gerilimin senaryosunu kotaranlar, ilk uzun metrajlarına soyunan Manuela Cacciamani ve Riccardo Paoletti... Yönetmen koltuğunda oturan Carlo Longo da ilk denemesinde... Bu küçük İtalyan işinin oyuncu kadrosu da tanınmamış isimlerden oluşuyor... Daisy Keeping, David Brandon, Joy Tanner, Martin Kashirokov ve Anna Dalton başı çeken isimler ama ne performansları ne de birbirleriyle uyumları adına iyi bir şey söylemek mümkün değil...

Önce Jenny ile tanışıyoruz... Sevdiği şiirlerden alıntı yaparak, bir gölle tanıştırıyor bizi... Arezzo şehrinde yer alan ve efsaneleriyle ünlü put gölüne kendisi gibi babası da takıntılı... New York’ta okuyan kızımız, babasının yanına tatile geliyor... Babasının kendisiyle beklediği kadar ilgilenmemesi üzerine kendi başına evlerinin civarında gezinirken bir grup çocuğa rastlıyor ve olaylar gelişiyor... Birer parçası eksik çocuklar, doktorken arkeolojiye merak salan babası, kapısı sürekli kilitli oda, her sorusuna yanıt alamadığı heykeller... 

Jenny’nin gözünden izlediğimiz hikaye, ucuz ses ve görüntü manevralarıyla anlık gerilimi yaratmaya çalışarak ilk ilgiyi çekme planında... Sonrasını da finalde birleştireceği parçaları dağıtarak getirmeye çalışmış... Yönetmenin beceriksizliği, oyuncuların düşük performansları derken tüm yük senaryonun üzerine biniyor... Cacciamani ve Paoletti bu konuda o kadar yetersizler ki, bir korku gerilim filminin nasıl ilerleyeceğini bilmiyorlar en başta... Atmosfer yaratmanın sadece bir iki görüntüden ibaret olduğunu zannederek, dumanlı göl sahnesiyle hallettiklerini düşünüyorlar kendilerince... Dağınık senaryonun şüphenin gölgesinde ilerlemesini tasarlamışlar ama Jenny’nin babası başta olmak üzere her karakterin şüphe çeken hareketlerini takip etmek de, anlamlandırmak da hem zor hem de sıkıcı... Bu sayede de bir türlü ritm kazanamayan film, kuramadığı senaryonun gazabına uğrayarak hiç bir şey söyleyemeden, bir saniye bile ilgi çekemeden 86 dakikasını heba ediyor... Bronz heykeller üzerinden anlatılmak istenen konu, beceriksizliklerle karıştırılan bir çorbayı andırıyor...

Aralık 2013’de Courmayeur Film Festival’de yaptığı ilk gösterimde olumsuz eleştiriler alarak hiç beğenilmeyen film, sonrasında dağıtıma da girememiş... Şiir alıntılarının etkisizliği başta olmak üzere bolca eksi aldığı noktalara vurgu yapılınca, sessiz sedasız ev sineması pazarına sürülmüş... 

Konusunu tarih öncesi medeniyetlerin efsanelerine dayandırmaya çalışan Neverlake, senaryosundaki arızalarıyla bir gerilim filminin neler yapmaması gerektiğine dair uygulamalı bir örnek... Filmin sonundaki “Tuscany'de Arezzo yakınlarında bulunan Put Gölü’nün önemli bir arkeolojik sit alanıdır. Etrüskler tarafından bronzdan yapılmış sayısız küçük insan figürü ve insan anatomisi parçalarının orada bulunmuştur. Bunlar dünyanın her yerindeki en önemli müzelerinde koruma altındadır.” yazısından böyle bir film çıkması da yaratıcılık yoksunluğuyla açıklanabilir ancak... Gerilimi başka yerde arayın...


Cenk Çalışır’dan Yeni Roman: Kan Yağmuru

$
0
0
İlk romanı “Satranç Cinayetleri” ile 2010’da takip edilmesi gereken yerli polisiye yazarları arasına parlak bir giriş yapan ve sonraki romanlarında da yükselişini sürdüren Cenk Çalışır’ın dördüncü romanı “Kan Yağmuru”, Esen Kitap etiketiyle raflarda yerini aldı...

Kısa korku filmlerinin gösterildiği ve yarıştığı TV programı Siyah Kamera ve bu programa gönderilen etkileyici bir kısa film... Filmde iki palyaço, ameliyat masasında yatan ve gözlerinden korku akan bir adamın bacaklarını acımasızca kesiyor... Polis, Zeytinburnu'nda bir parkta baygın halde bulunan adamın filmde bacakları kesilen adam olduğunu tespit ediyor. Palyaçoların çektiği filmlere yenileri ekleniyor. Yeni kurbanlar ve her filmde insanlığa dair yeni mesajlar... İstanbul'da yaşayanlar korku ile tanışıyor. Palyaçolar, ülkenin gündemine otururken kötülüğün ne olup olmadığını da sorgulatıyor...

Başkomiser Emrah Polat ve Komiser Aykut Tekcan, palyaçoları yakalamaya çalışırken, kendilerini klasik film karakterleri ve dünyanın en meşhur seri katillerinin yaşamlarının öğrenmeye çalışırken buluyor. Kim bu palyaçolar, insanlara bunca kötülüğü neden yapıyorlar, nasıl bu kadar başarılı bir biçimde gizleniyorlar?

Dünyada yaşananlara duyarsızlaşmayı ve kötülüğü sorgulamanızı sağlayacak, soluksuz okuyacağınız Cenk Çalışır'ın yeni romanı, eleştirmenlerden de tam not aldı...

"Büyük yayınevlerinin basıp büyük reklamlarla okuyuculara tanıttığı yabancı 'çoksatanların' çoğundan kurgu ve muamma öğesinin etkinliği bakımından hiç de aşağı kalmayan Kan Yağmuru bugünlerde hepimizin ihtiyacı olan “kaçış zevki”ni okuyucuya en âlâsından tattıracak. Kaçış zevkini hiç küçümsemeyin. Bunca bayağılığın, duygusuzluğun, tatsızlığın, karmaşıklığın egemen olduğu; çoğu olayın gelişmenin, insanın dönüp de ikinci kere bakmasına değmediği bir dünyadan “kaçarak” rahatlamanın neresi yanlış? Cenk Çalışır’ın Kan Yağmuru size bu kaçış zevkini verecek ve büyük olasılıkla bütünüyle yabancısı olduğunuz ama kesinlikle kendi yaşamınızdan daha heyecanlı, hareketli ve korkutucu bir dünyaya girmenizi sağlayacaktır..."
Erol Üyepazarcı

"Bu kitap sizi tüyler ürpertici bir dünyaya götürecek. Gerilimli bir başlangıçtan, heyecanın doruğa tırmandığı finale kadar ortaya çıkan gelişmeler, sarsıcı her detay, gerçeklerle birlikte sizi sarıp sarmalayacak. Bir solukta okunacak Kan Yağmuru benzersiz bir gerilim romanı. Cenk Çalışır, çok hızlı bir anlatım özelliği, mükemmel bir kurgu, enfes bir gerilim ve kişilerin betimlemesinde olağanüstü bir başarıya erişerek türün ustası olduğunu rahatlıkla kanıtlıyor..."          
Osman Aysu

Eser Adı: Kan Yağmuru
Yazar adı : Cenk Çalışır
Yayınevi : Esen Kitap
Dizi Adı: Edebiyat
Türü : Polisiye
Yayın Yönetmeni: Özlem Özdemir
Editör: Diren Tufan
Sayfa Sayısı: 384
Fiyatı: 25 TL


Wolves : Safkanların Kız Kapışması

$
0
0
Doğaüstü yaratıkların son dönemde sinema ve televizyondaki hükümdarlıkları artarak sürüyor... Vampirler bir iki adım öndeyken, it köpek soyu denilerek aşağılanmaya daha yatkın kurt adamlar daha ezik ve sayıları diğer yaratıklara göre daha az olarak anlatılmaya devam ediyor... Vampiler ve cadılar konusunda iki yıl öncenin yenilikleri bile hızla klişeleşirken, kurt adamlar halen işlenecek maden konumunda... 2014 yapımı Kanada işi “Wolves” da o madeni işlemek üzere harekete geçenlerden...

Afişinde de ilan ettiği gibi “X-Men”, “Watchmen” ve “The Scorpion King”in senaristi olarak tanıdığımız David Hayter, ilk uzun metrajında yönetmen koltuğunda... 2010’da çektiği 15 dakikalık “Chasm”la ısınma turunu atan Hayter, kendine kolay bir konu seçmiş ve ilk filmi için fazla risk almamış... Oyuncu kadrosu da böylesi bir film için beklenenden iyi ve tanınmış simalardan oluşuyor... Lucas Till, Merritt Patterson, Jason Momoa, Stephen McHattie ve John Pyper-Ferguson üzerlerine düşeni yaparak filme sınıf atlatarak izlenir kılanlar...

Cayden Richards ile tanışıyoruz... Ergen öğrencimiz, okul takımının popüler sporcusu, kız arkadaşıyla takılan sıradan biriyken maç sırasında rakip oyuncuyla atışmanın sonunu hayli sinirli bir şekilde getiriyor... Değişimin ilk çanları çaldıktan sonra bu kez ilk ilişki heyecanında öpüşürken, belirginleşen dişleriyle sevgilisini korkutunca soluğu evde alıyor... Polisin eve gelişiyle uyandığında anne babasının parçalanmış cesetleriyle karşılaşınca da aceleyle kaçıyor... Yaşadığı değişimin farkında, ailesini öldürmenin da azabıyla düştüğü yollarda karşılaştığı bir adam farkediyor durumu... Neler olduğunu, nasıl olduğunu anlamak isteyen Cayden’a yardım edip öğretmek yerine haritada rotasını çizip bir kasabayı işaret ediyor Vahşi Joe... Konumuz da Cayden’in kasabaya ulaşıp, kendisi gibi olanların arasına katılmasıyla başlıyor...

Pek parlak bir başlangıç yapamasa da, efektleri sırıtmayan, insandan kurt adama dönüşüm sırasında da makyaj konusunda hiç amatör kalmayan film, ilk sınavı kolayca geçmiş oluyor... Kasabada yaşananlar, kahramanımızın köklerini öğrenişi, aile sırları, baba-oğul çatışmaları gibi bildik yerlere çıksa da Hayter’in kafasındaki “Alacakaranlık” serisinde vampir ile kurt adamın kız için kapışmasını, kurtlar arası kapışmaya çevirmek olmuş... Bunun için çok hazırlık ya da dişe dokunur bir sebep yaratmak için uğraşmamış, uydurmakla yetinmiş... Tam da bu noktada mantıksızlaşan film, ıkına sıkına yarattığı aksiyonla finaline yürüyor...

Özellikle Mamoa’nın kurt adamlığa ve kötü karaktere çok yakışmasıyla saçma senaryonun izlenir kılındığı ikinci yarıda tüm olay, safkan iki kurt adamın bir kız için mücadele etmesi... Kahramanımıza destek verenler mevcut ve alışık olduğumuz şekilde aile formatında elbette... Klasik özelliklerden farklı yanlarını da sıralayalım; dolunayı beklemeden kurt adam olabilen, istedikleri anda değişebilen kurt adamlar bunlar... İnsan olarak iyileşemiyorlar, dönüşmeleri gerekiyor... Bir de doğuştan olanlar, ısırılarak dönüşenlere it köpek muamelesi yaparak aşağılıyor... Hayter, yaratıklarının allayıp pullama peşinde koşmuyor... Alacakaranlık serisindeki gibi özenilesi varlıklar gibi de anlatmıyor... Vahşeti de sadece kelimelerle, karakterlerin anlatırken aktarmasında kullanıyor... Kan ve parçalanmış cesetleri de çok umursamıyor, bundan faydalanma peşinde koşmuyor...

Ülkesinde vizyona girdikten sonra dağıtımda da ilgi çekerek birkaç ülke gezen film, Toronto After Dark Film Festival’indeki gösteriminin ardından Amerika’da vizyona girmeyi bekliyor... Bizde durumu ne olur bilinmez ama gelecek yaz salonlara uğrarsa şaşırtmaz... Seyircilerin vasatın üstünde bulması, çok kötü değil demesiyle de izleyici bulmaya devam edecek gibi görünüyor...

Makyajları ve efektleriyle başarılı ama bildik senaryosu ve zoraki aksiyon çabasıyla sıradanlaşan “Wolves”, kurt adam filmlerini sevenler için vasatlarda gezinmekten fazlasını veremeyen, beklentisiz izlenirse 90 dakika oyalayabilen bir seyirlik...


Gallows Hill : Tuttuğun Sırlar, Gün Gelir Tırmalar...

$
0
0
“Her şey bir sırla başlar... Hepimizin sırları vardır. Hepimizin sırları farklıdır. Sırlarımızın çoğu fazla yük getirmezler. Ama bazıları... Bazı sırlar sevdiğin her şeyi yok edebilirler.” O sırların açığa çıkacak olma ihtimali, insanın en zayıf noktasıdır... İnsanın kendini kandırmasına dayanırlar bolca... Öyle ya, şeytana uyulmuştur ve unutulmak istenen hata yapılmıştır... Bu zayıflıktan da yararlansa yararlansa şeytan yararlanır... Bu mantıkla kurulan öyküyü, girişteki alıntıyla sunarak korkutmayı deneyerek anlatıyor 2013 yapımı Amerikan işi “Gallows Hill”...

David Higgins ve Richard D'Ovidio’nun başının altından çıkan öyküyü, D'Ovidio senaryolaştırmış... Adını ilk kez 2001 yapımı aksiyon “Exit Wounds”da gördüğümüz D'Ovidio, aynı yıl “Thir13en Ghosts”a da imza attıktan 12 yıl sonra, yine aynı yıla iki senaryo sığdırarak dönmüş... Geçtiğimiz yıl vizyona giren gerilim “The Call”la iyi iş çıkartıp, daha bildik olanı sonraya saklamış... Yönetmen koltuğundaysa video pazarına sürülen devam filmleriyle pişen İspanyol Víctor García oturuyor... Yönetmenliğe, 2003’de 9 dakikalık kısa metrajı “El Ciclo” ile ödüllü bir başlangıç yapan Garcia, dört yıl sonra mini dizi “30 Days of Night: Blood Trails”in ardından “Return to House on Haunted Hill”le ilk uzun metrajına imza atmıştı... Sonrası da öyle gitti... 2010’a b-türü facia tv filmi “Arctic Predator” ve “Mirrors 2”yi sığdıran Garcia, bir yıl sonra da “Hellraiser: Revelations”ın ardından beşinci filminde orjinal metinle çalışma fırsatı yakalamış... Hayli tanıdık simalardan oluşan oyuncu kadrosunda Peter Facinelli ve Sophia Myles başı çekerken, onlara Nathalia Ramos, Carolina Guerra, Sebastian Martínez, Gustavo Angarita ve Juan Pablo Gamboa eşlik ediyor... Özellikle Guerra’nın fiziğinin filmi izlenir kıldığını belirtelim...

Aslında filme dair yazılabilecek bir şey yok... Yaratıcılıktan uzak bir konu ve beceriksizliklerle donanmış bir senaryo var karşımızda... Hatta yok desek daha iyi... Mecburen çıkılmış bir yolculuğun zincirleme kötü olayları sonucunda işin ölüm kalım meselesine gelişi... Evlenmek üzere olan dul baba, tatildeki kızına ulaşamayınca soluğu yanında alıyor... Kolombiya’da tatil yapan kızını bulduğunda da ekip, sevgili ve teyze ile tamamlanıyor... Klişelerin resmi geçidi de böylece başlıyor... Baba kızın arası bozuk, saçma sapan bir sebeple çıkılması zorunlu yolculuk, kötü hava şartları, polisin uyarısı, hiçliğin ortasında yapılan kaza ve sığınılan metruk ev... Evde başa gelenleri de filmin konusu açık ediyor... Ekibin evde farkettiği tuhaflık sonrası bodrumda kilitlenmiş kızı serbest bırakması, tehlikeyi yaratmış oluyor...

Mantıksızlıklarla dolu senaryo tüm klişeleri kullanırken, karakterlerini de o anda gerekli olana dönüştürerek ilerliyor... Bir yaralanma olunca, müstakbel eş doktora dönüşüyor örneğin... Kötünün öldürülünce başka bedene atlaması başta olmak üzere türlü mavrayla, daha önce izlemiştim hissi bir türlü peşinizi bırakmıyor... Gerekli atmosferi de kuramayan Garcia, tempoyu da ayarlayamayınca 87 dakikayı geçirmekte zorlanmış... İspanyolca konuşmaların çevrilmesiyle harcanan zaman imdadına koşmuş neyse ki... Ortada konu olmayınca, sonu da zoraki geliyor ve berbat bir finalle işkence bitiyor...

Prömiyerini Ekim 2013’de Sitges Film Festivalinde yapan film, nasıl olduysa en iyi film için de yarışmış... Aldığı kötü eleştiriler sonrası Amerikan pazarına sıfırdan başlamak için “The Damned” adını alarak dolaşıyor Ağustos ayından bu yana... Bizde de 17 Ekim’den bu yana “Şeytan Tepesi” adıyla vizyonda...

Sıkıntıdan kanalları karıştırırken denk geldiğinizde bir heves izlemeye başlayıp on dakika sonra kötü olduğunu anladığınız filmler vardır ya... İşte tastamam onlardan “Gallows Hill”... Bolca klişe ve öykünme, yer yer saçmalayarak komediye dönüşen senaryosu ile hissettirdiği tek şey, ben bunu daha önce izledim hissi...


Beneath : Madende 72 Saat

$
0
0
Yıllardır içimizi yakan maden facialarına tepki gösterirken, halen hiç bir önlemin alınmamış olması ve en küçük bir adımın bile atılacağına dair umudumuzun olmamasının üzerine yeni ölüm haberleriyle karşılaşmaya devam ediyoruz... Ülkemizde maden işçilerinin ölümü pisi pisine olurken, diğer ülkelerde çoktan aşılmış sorunlar... Bu yüzden de gerilim filmleri için ancak kaçış rotası olmakla kalabiliyorlar uzun süredir... 2013'te Brackett Kömür Madeni'nde meydana gelen göçükte bir grup çalışan yerin neredeyse 200 metre altında mahsur kalınca aynı yıl filme dönüşmüş... Gerçek olaylardan esinlenen “Beneath”, mahsur kalınan o sürede neler olduğuna dair kendi teorisini sunuyor...

Ağırlıklı olarak televizyona çalışan ikili Patrick Doody ve Chris Valenziano’nun kotardığı senaryoyu peliküle aktaran isim Ben Ketai... Kısa filmlerin ardından 2007’de mini dizi “30 Days of Night: Dust to Dust”la ekrana geçiş yapan yönetmen, ilk uzun metrajına da “30 Days of Night: Dark Days” ile 2010’da imza atmış ve ev sineması pazarında beklenen ilgiden fazlasını görmüştü... Üç sezonu deviren “Chosen” ile adını duyuran Ketai, ikinci uzun metrajında yine video pazarında ama bu kez daha büyük oynuyor... Tanınmış simalardan oluşan oyuncu kadrosunun başını “Lost”un Frank Lapidus’u Jeff Fahey ve Kelly Noonan çekerken, onlara Brent Briscoe, Kurt Caceres, Eric Etebari, Joey Kern, Rene Rivera, David Shackelford ve Mark L. Young eşlik ediyor... 

Gerçek bir olaydan esinlenilmiştir uyarısıyla, olayını hatırlatan “Beneath”, kurtarma ekibinin kısa sahnesiyle yaptığı kısa açılışın ardından dört gün öncesine dönüyor ve kendimizi bir barda eğlencede bulunuyoruz... Madende 35 yılı deviren George Marsh’ın emeklilik kutlamasındayız, son işbaşı eğlencesinden bir gün öncesinde... Kadehler kaldırılırken işin zorluğu konuşulduğu sırada kızının da madene inip ortamı görme isteğine ekip olumlu yanıt veriyor... Sadece bir kaç saatten bir şey olmaz diyen çoğunluğun aksine, kadının uğursuzluk getireceğine inananlar da mevcut... Erkenden yola düşen baba ile kızı hazırlıklarını yapıyor ve madene inmeleriyle olaylar başlıyor...

Minik detayları atlamayan film, işe gitmeden önce karısına not yazan adamı gösterirken durumu sulandırmadan, ajite etmeden işlediğini de belirtmiş oluyor... Ketai’nin amacı her şeyi kendi doğallığında sunmak ve klostrofobik atmosferden gerilimi çıkarmak... Zaten göçük altında kalan bir grup insanın ölümle arasındaki incecik çizgisinin zamanla yarışması başlı başına bir gerilim... Hepimizin bildiği ihtimaller de diğer etkenler... Şapkadan tavşan çıkarmaya kalkışmayan senaristlerle yönetmenin uyumu sayesinde iyi bir öykü kolayca kurulmuş oluyor... Görüntü yönetmeni Timothy A. Burton da iyi iş çıkarınca, geriye göçük anından kurtarılmaya kadar geçen 72 saate dair teoriyi keyifle izlemek kalıyor... Ketai çok iyi iş çıkarmış...

89 dakikalık gerilim, yan öykülerini de kuruyor, ihtimalleri de sıralıyor... Gerilim için acele de etmiyor... Makyajlar ve efektler de gayet başarılı... Aşırıya kaçmadan, gerekli anlarda devreye girmesi de bu başarının altında yatan sebep... Bu tür filmlerde mutlaka bir yerden sebep sonuç ilişkisi fışkırır ve tüm filmi alaşağı eden bir basitlik fışkırır genelde... O konuda da iyi Beneath, açtığı yan öyküyü net bir yorumla ilişkilendirmeyerek doğruyu yapıyor... Aynı doğru adımı da ucu açık finaliyle atıyor... Kazanan her daim insan ya da mantık olmaz her zaman... Bu açıdan bakıldığında, genel izleyiciye pek uymayan bir son içerdiğini belirteyim...

Prömiyerini geçtiğimiz yıl Screamfest Horror Film Festivalde yapan “Benath”, aday olduğu tüm dallarda ödül alarak altıda altı yaparak taçlanmıştı... Ününü de bu festivale borçlu... İki festival daha gezdikten sonra Temmuz itibariyle sunulduğu ev sineması pazarında da aynı övgülerle taçlanıyor... Özellikle de "The Descent"i sevenlerin yoğun ilgisi mevcut...

Madende yaşanan göçük, saniyeler içinde gerçekleşiyor ve ekip kendini o meşhur yaşam odasına atıyor... Bizde bir türlü her madene koyulamayan o odanın ne kadar önemli olduğunu görmek, içimizi yakıyor... Teorisini gayet mantıklı şekilde, gösterişe kaçmadan ve acele etmeden işleyen “Beneath”, klostrofobik ortam gerilimi arayanlar için bulunmaz nimet...


Doris Lessing’in Anıları Tek Cilt Olarak Raflarda

$
0
0
2007 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi dünyaca ünlü İngiliz Yazar Doris Lessing’in ‘’Tenimin Altında’’ ve ‘’Gölgede Yürümek’’ adlarıyla iki cilt olarak yayımlanmış Otobiyografisi, şimdi Kırmızı Kedi’den tek cilt olarak raflarda…

20. yüzyılın toplumsal ve siyasi karmaşasına yakalanmış bireylerin yaşamlarını ele alan romanlarında, feminizm, cinsiyetler arası savaş ve bütünlük peşinde koşan bireyleri işleyen Lessing, marksist ve feminist kimliğiyle edebiyat dünyasının önemli isimlerinden biri... Ona vermezler dediğimiz Nobel’i de alarak büyük kitapların büyük yazarı sıfatını hakeden Lessing’in otobiyografisi uzun zamandır raflarda yoktu... Otobiyografinin ilk cildi “Tenimin Altında” 2004’de raflara çıkmış ama ikinci cilt bildiğim kadarıyla hiç çıkmamıştı... Çare Kırmızı Kedi’den geldi ve artık yeni çevirisiyle iki cilt bir arada raflarda...

Diğer otobiyografilerden farklı olarak Lessing, sadece kendisini anlatmıyor... Toplumsal isyanların, emperyalizmin vahşi yüzünü ortaya çıkarışının, ırkçılığın, köleliğin, iki dünya savaşının, kısacası 20. yüzyılı şekillendiren ve 21. yüzyılda bile uzantılarından kurtulamadığımız pek çok olay da başrolde... Her başkaldırının, her tartışmanın, her ayrımın çok daha keskin hissedildiği bir coğrafyada, yerel ile evrenseli bireysel ile toplumsalı ustalıkla kaynaştırdığı üslubuyla aktarıyor Lessing...

“Neden bu kadar acı bir şekilde şaşırıyoruz. Ülkemiz ya da dünya bir başka belaya veya karışıklığa daldığında? Kim bize daha iyisini vaat etti? Ne zaman daha iyisinin sözü verildi? Niçin zamanımızda bu kadar çok insan ihanete uğramış bir çocuğun duyguları içinde?” 

Nobel ödüllü yazar Doris Lessing’in (1919-2013) iki ciltlik otobiyografisinin ilk cildi Tenimin Altında, yazarın İran’daki bir İngiliz ailesinin kızı olarak doğumu, Güney Rodezya’ya gidişi ve oradaki hayatını konu alarak yaşamının 1949’a kadar olan kısmını kapsıyor. Lessing bu kitapta bir birey olarak bilincinin, bir kadın olarak cinselliğinin ve modern insan olarak siyasi kimliğinin gelişimine ağırlık verirken, bir yandan da 20. yüzyıldaki dünya savaşlarının sıradan insanların üzerinde sebep olduğu onulmaz yıkım ve sömürge topraklarındaki ırkçılığa dair kendi hatıralarından kesitler sunuyor. 

Otobiyografinin ikinci cildi Gölgede Yürümek ise yazarın savaş sonrası İngilteresine kucağında oğlu Peter ve elinde ilk romanı Türkü Söylüyor Otlar’ın taslağıyla birlikte gelişiyle başlıyor. Lessing bu kitapta komünizmin 1950’lerin entelektüel yaşantısını hâkimiyeti altına alışını ve sonraları kendi neslinin öteki entelektüellerinin çoğu gibi radikal jargon ve siyasetten hayal kırıklığına uğrayarak bu ideolojiyi nasıl ardında bıraktığını anlatıyor. Bunların yanı sıra Lessing genç, yalnız bir anne ve bohem bir yazar olarak tecrübelerine, arkadaşlarına, sevgililerine, siyasal aktiviteleri ve tiyatrodaki deneyimlerine dair hayatından çarpıcı kesitler sunuyor. Doris Lessing’in bu iki ciltlik otobiyografisi, okuyucuya bir yazara ve onun yazın sürecinin derinliklerine temas etme fırsatı vererek, bunun yanı sıra Soğuk Savaş döneminin siyasal, sanatsal ve toplumsal yaşantısına dair eşsiz bir portre çiziyor.
Çok sayıda role - çocuk, eş, anne, yazar, ‘beyaz’, komünist - bürünüp farklı deneyimler yaşasa da, temelde aynı sözü söylüyor Doris Lessing: “Ben asla onlar gibi olmayacağım!”

Tenimin Altında’dan alıntılar...

“Biz duygulanım manyağıyız, heyecanlara yatkınız, eğer bu, tehlike ve ölüm demekse biz zaten hazırız. Her kuşak, savaşa bir öncekilerin nostaljik sesleriyle hazırlanmıştır.”

“Tenimin altındasın, ta yüreğimin dibinde. Öyle derinde ki, aslında bir parçasısın...”

“Siyahların ellerindeki bütün toprakları çalan sonra da onları yükseltmek, uygarlaştırmaktan bahsedenlere ne diyebilir ki bir insan? Bir ülke ki yüz bin beyaz, bir milyon siyahı uşak ve ucuz işçi olarak kullanıyor, onlara eğitimi, öğretimi çok görüyor ve bütün bunları da Hristiyanlık adına yapıyor, ne denebilir ki?”

“Çoğu komünistin, komünizmin ne anlama geldiğinden haberi bile yoktu. Ünlü bir film yapımcısıyla bir yemek hatırlıyorum, komünizmin ve Sovyetler Birliği'nin erdemlerinden bahsediyordu, kendisine komünist diyordu ve "Bir komünistin tanrıtanımaz da mı olması gerekir?" diye soruyordu. "Diyalektik materyalizm diye bir şey var" dediğimde, insanların maddi refahlarını düşünmemeleri gerektiğini söyledi. Bu tür cehalet, modaların peşinden giden koministlerde sık rastlanır.”

“Kapalı kapı mekanizmasını her yönüyle biliyordum, dışarıdan gelen güçlü bir çarpmayla değil de içimde olan bitenlerden dolayı kapanıyordu. Eğer arkada bırakılan şey bir insansa o zaman kapı kendiliğinden kapanır. "Yaa" diye düşünürüm, " demek kapı kapandı öyle mi?" Ve ondan sonra başka hiçbir şey beklemem, her zaman davrandığım gibi davranmayı sürdürüyor olsam da, üç aşağı beş yukarı iyi olduğumu umarım.”

Dizisi : Dünya Edebiyatı 
Türü : Otobiyografi
Özgün Adı : Under My Skin / Volume One of my Autobiography to 1949
Walking in the Shade / Volume Two of my Autobiography, 1949-1962.
Yazan : Doris Lessing
Çeviren : Dilek Berilgen Cenkciler
Editör : Selçuk Uygur
Sayfa : 852  
Fiyatı : 50 TL



Vizyona Giren Filmler : 31 Ekim

$
0
0
Altı filmin vizyona girdiği haftanın başrollerinde yerli filmler ve nostalji var... Merakla beklenen Çağan Irmak imzalı müzikli post-modern dönem nostaljisi “Unutursam Fısılda” haftaya damgasını vururken, şifrelerle süren karadeniz komedilerinin şimdilik sonuncusu “Oflu Hoca’nın Şifresi” ve seksenlerin sevilen karakterinin beyazperde uyarlaması “Arı Maya” da öne çıkan diğer filmler... IMF Başkanının seks skandalını konu alan Abel Ferrera imzalı “New York’a Hoşgeldiniz” ve yılın gişe fiyaskosuna dönüşen başarısızlık abidesi “Pompeii” de diğer seçenekler olurken, gezindiği her festivalde alkışlanan “Sivas” haftanın en iyisi ve kaçırılmaması gerekeni...


Unutursam Fısılda
Yönetmen: Çağan Irmak
Oyuncular: Hümeyra, Işıl Yücesoy, Farah Zeynep Abdullah, Mehmet Günsür
Konu: Ayperi ve Tarık, küçük bir kasabada kaderin bir araya getirdiği iki gençtir. Kalbinin en derininde saklanan müzik aşkı, Tarık’la birlikte Ayperi’nin karşısına dikilir. Herkesten saklı hayaller, Tarık’ın besteleri ve Erhan’ın desteğiyle zirveye giden bir yolculuğa dönüşür. Ayperi, Tarık ve Erhan’ın İstanbul’daki şöhret dolu hayatları, onları hayallerinden uzaklaştırır. Ayperi, günün birinde kendini kasabasına bir bavulla dönerken bulacaktır.
Her Çağan Irmak filmi gibi, bildik konu içeren, fantastik öğelerle bezeli ve her nabza şerbet veriyor... Üzerine bol müzik, nostalji soslarını da ekleyince, unutulan bir şey kalmamış... Yetmişleri analım, yeşilçama selamı çakalım, amman ha mendilleri ıslatmayı unutmayalım kafası... 


Oflu Hoca’nın Şifresi
Yönetmen: Adem Kılıç
Oyuncular: Çetin Altay, Ahmet Varlı, Köksal Engür, Didem Balçın
Konu: Oflu Hoca için sıradan bir gündür. Çünkü o her gün yerel kanalda, abuk sorulara yanıt vermekte, yöredeki her dişi için bir tehlike unsuru haline gelmiş babasını zaptetmeye çalışmaktadır. Tüm bunlar yetmezmiş gibi, Hoca’nın da gençliğinde futbol oynadığı Doğanspor Kulübü’ne bir başkan gerekmektedir. Oflu Hoca ile hiçbir özellik taşımayan ve güven vermeyen Müteahhit Ahmet’in başkanlık mücadelesi inanılmaz olaylar eşliğinde başlar.


Arı Maya / Maya The Bee Movie
Yönetmenler: Alexs Stadermann ile Simon Pickard
Konu: Diğer arılardan farklı olan Maya, onların aksine diğer arıların koyduğu kovan kurallarına uymaz. Bir gün kovanlarındaki arı sütü çalınır. Arılar tepenin arkasında yaşayan yaban arılarından ve Maya'nın onlara yardım ettiğinden şüphelenirler. Maya en yakın arkadaşı Willy hariç kimseyi suçsuz olduğuna ikna edemez. Maya en yakın arkadaşı Willy ile beraber yaban arılarının yaşadığı bölgeye doğru maceralı bir yolculuğa çıkar...
Çocukluğumuzun sevilen karakteri, sinema salonlarına son teknolojiden faydalanarak gelmiş... Gelirken hiç bir detayı atlamamış... İyi senaryo ve çizgi filmin ruhunu da korumuş... Arı Maya emin ellerde, yeni kuşaklara tanıtmanın tam zamanı...


Pompeii
Yönetmen: Paul W. S. Anderson
Oyuncular: Kit Harington, Kiefer Sutherland, Emily Browning, Carrie-Anne Moss
Konu: Milattan önce 79 yılında, Vesuvius volkanı şiddetli bir patlamaya sahne olur ve bulunduğu antik Pompeii şehrini tehdit altına alır. Gemilerde köle olarak çalışan Milo, Naples’e gidecek olan gemide çalıştığı esnada bu patlama anına tanık olur. Öte yandan aşık olduğu Flavia da artık harabeye dönen şehirde sığınacak bir yer aramaktadır. Milo, Pompeii’ye dönüp aşkını ve en yakın arkadaşını kurtarmaya karar verir.
Sürekli ertelendikten sonra nihayet vizyonda ama artık korsan tezgahlarında bile unutulmuş bir halde... 100 milyon dolar bütçeli film, yılın en kötülerinden biri olmasının cezasını gişede ettiği zararla çekmeye devam ediyor... İzlemeyen kaldıysa hiç yeltenmesin...


Sivas
Yönetmen: Kaan Müjdeci
Oyuncular: Doğan İzci, Ozan Çelik, Muttalip Müjdeci, Hasan Özdemir, Ezgi Ergin
Konu: Küçük bir köyde yaşayan 11 yaşındaki Aslan'ın günleri okula gitmek ve arkadaşlarıyla vakit geçirmekten ibarettir. Aslan'ın en büyük derdi ise aynı sınıfta okuduğu Ayşe'ye olan aşkıdır. Yaşadıkları bölgede bir hayli popüler olan köpek dövüşlerine denk gelen Aslan, burada dövüşü kaybeden ve yaralanıp yere yığılan Sivas adında terk edilmiş kangal köpeğiyle karşılaşır...
Venedik’ten aldığı ödülle taçlanan, dolaştığı festivallerde izleyiciyi fetheden Sivas, bir anadolu masalı anlatıyor... Olağanüstü çocuk oyuncu performansı bile izlemek için sebep... Yılı ve son dönemi geçelim, sinema tarihimizin en iyi ilk filmler listesinde artık... İzleyin, izlettirin, İzci ve Müjdeci’yi alkışlamayı da unutmayın...


New York’a Hoşgeldiniz / Welcome to New York
Yönetmen: Abel Ferrara
Oyuncular: Gerard Depardieu, Jacqueline Bisset, Marie Moute, Pamela Afesi
Konu: Bay Deveraux, milyon dolarlarla haşır neşir olan, dünya üzerindeki birçok ülkenin ekonomik kaderini elinde bulunduran, politik olarak da ayrıca çok güçlü bir konumdadır. Ancak dizginleyemediği bir seks tutkusu ve eğilimi vardır. Bay Deveraux, dünyayı kurtarmayı hayal eden, ancak kendini kurtaramayan bir adamdır. Parçalanmış, kayıp gitmiş bir adamdır. Şimdi Bay Deveraux’un düşüşünü seyredin.


Plastic : Limitsiz Kartlar, Kaçmaz Fırsatlar

$
0
0
Çağ teknoloji çağı olunca, hırsızlar ve dolandırıcılar da sınıf atladı artık... Herhangi bir bilginiz teknolojik cihazlardan ulaşılabilir konumdaysa, her an kimliğinizle üretilmiş kredi kartıyla alışveriş yapılabilir ve siz ne olduğunu anlamadan sahip olduklarınız el değiştirebilir... Üstelik bunu yapanlar eskisi gibi belirli bir tip yerine, sıradan biri de olabilir... Ortalama bir plan ve teknolojik aletleri kullanabilme yetisiyle her daim mümkün... Eskinin ışıltılı dolandırıcılık filmlerinin yerini artık onlar aldı... 2014 yapımı İngiliz işi “Plastic” de gerçek olaylardan esinlenerek bu kategoride yerini alanlardan...

Üç senaristli filmi kotaranlar, Chris Howard, Will Gilbey ve yönetmen koltuğunda da oturan Julian Gilbey... Gilbey kardeşlerden Julian, 2002’de çektiği “Reckoning Day” ile yaptığı cılız başlangıçla kariyerine başlamıştı... Dört yıl sonra kardeşiyle birlikte kotardıkları senaryodan doğan “Rollin' with the Nines” ile dönmüşler ama istedikleri sonucu alamamışlardı... 2007’de “Rise of the Footsoldier” en iyi filmlerine imza atan biraderler, bir sonraki film için bekletmişlerse de “A Lonely Place to Die” ile 2011’in ödül avcısı olmuşlardı... Aksiyon, suç ve gerilim harmanı filmlerden sonra, yine suçun peşine düşmüşler ama bu kez daha renkli bir dünya kurmuş ve rolleri de Ed Speleers, Alfie Allen, Will Poulter, Sebastian de Souza, Emma Rigby, Mem Ferda, Graham McTavish ve Thomas Kretschmann’a teslim etmişler... Dizilerden ve gişe filmlerinin yan karakterlerinden oluşan tanıdık simaların ekip uyumu da gayet iyi... 

Sam ve arkadaşlarından oluşan ergen dörtlü, kredi kartlarını çoğaltarak limitlerini boşaltarak kurdukları küçük düzende çalışıyor... Çok büyük kazançlar olmasa da, düzenli para akışı ve aldıklarının kara borsa satışları derken rahatları yerinde... Kredi kartlarını ele geçirmek için farklı yöntemleri de mevcut... Elemanlardan biri bir benzincide çalışarak kaynak olurken, en eski yöntem şantaj da etkili... Böyle bir şantaj vakasında işler ters gidince, sert kayaya çarpıyorlar... Durumu anlayan ve zararının karşılanmasını isteyen Marcel, değeri de biçiyor: haftada 200 bin... Borcun tamamen kapanması içinse 2 milyon... Filmimizin konusu da böyle de ortaya çıkıyor... Ekip, iki haftada 2 milyon hedefiyle büyük oynamak üzere plan yapmaya koyuluyor ve macera başlıyor...

Tipik İngiliz işi olarak ilerleyen film, kötü senaryosu ve yönetimi ile sürekli tökezliyor... Bir türlü inandırıcı olamıyor, olaylar arasında da tuhaf bir kopukluk mevcut... Dolayısıyla tempoyu yükseltip gerilimi de kuramıyor Gilbey kardeşler... Sabırsız davranarak, benzer filmlerin albenisinin yanından bile geçemiyorlar... Zekice planlar, saat gibi işleyen bir plan ve nasıl bir sorun çıkarsa çıksın kıl payı yırtmalarını sağlayacak son dakika sürprizleri gibi basit bir formülü kuramamışlar... Hiç bir şey için zaman kaybetmek istememişler, karakterleri ilk gördüğümüz anda neler olacağını tahmin etmemiz için ellerinden geleni yapıyorlar... Ekip içinde sorun çıkacağını ve buna kimin neden olacağını neredeyse ilk sahneden görüyoruz örneğin... Daha önce izlemiştim hissiyatını destekleyen klişelerle de tahmin edilebilir finallerine yürüyorlar... 

30 Nisan’da İngiltere ve İrlanda’da gösterime giren Plastic, izleyip unutulan filmlerden biri olarak mimlendikten sonra yoluna ev sinemasında devam ediyor... Türün gerektirdiği incelikleri ve kıvrak zekayı gösterememekten muzdarip bir kaçan fırsat var izleyicinin karşısında... 102 dakikasını boşuna harcamak isteyenler, zamanının çalınmasını peşinen kabul ettiğini bilsin...


Ünlü Psikiyatr Jung’dan Gökteki Görülen Cisimler Üzerine Mit

$
0
0
Analitik Psikolojinin Kurucusu İsviçreli Ünlü Psikiyatr Carl Gustav Jung’un UFO’lara ilginin zirve yaptığı 1950’lerde kaleme aldığı ve dünyayı kasıp kavuran fenomene dair yazılan en öngörülü eserlerden biri olarak kabul edilen “Gökteki Görülen Cisimler Üzerine Mit”, Kırmızı Kedi Yayınevi etiketiyle raflarda yerini aldı...

Bilmeyenler için özetlemek gerekirse; Analitik psikolojinin kurucusu, derinlik psikolojisinin üç büyük kurucusundan birisi olan Jung, sadece psikoterapi bilim dalını değil, aynı zamanda Psikoloji, Teoloji, Etnografi bilimi, Edebiyat ve güzel sanatları da etkilemiş bir isim... Psikoloji bilim dalında kendisi tarafından bulunan ve yapılan kavramlar geniş şekilde kabul gördü. Örneğin; kompleks, içedönük ve dışadönük, gölge, arketip (enerjikompleksler), kolektif (toplumsal) bilinçdışı, anima, animus... Bunlara da saplanıp kalmayarak, sürekli yeni gözlemler peşinde koşan Jung, dönemin en büyük çılgınlığını da gözlemlemeyi ihmal etmemiş ve 1959’da yayımlamış...

“UFO’lar için dünyada bir temel bulmanın ve onların fiziksel özelliklerini açıklamanın olanaksızlığı, çok geçmeden ‘dünya dışı’ bir kökenleri olduğu tahminine yol açtı. Bu varyasyonla birlikte bu söylenti, İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesinden önce New Jersey’de, H. G. Wells’in bir romanından uyarlanan ve Marslıların New York City’ye girmesini konu edinen bir radyo oyununun çok sayıda trafik kazasının yaşandığı bir izdihama sebep olduğu büyük New Jersey paniğinin psikolojisiyle ilişkilenmiştir.”

Jung’un bu tür olaylara karşı kuşkucu bir tutumu olduğu biliniyor. Konuyu UFO’ların gerçekliği ya da gerçek dışılığıyla değil, psikolojik temelde ele alan ünlü psikolog, uçan daireleri insanoğluna atalarından miras kalan mitlerin modern bir benzeri olarak değerlendiriyor. Yaptığı analizlerle UFO’ları dini bir kültün merkezi, insanların teknoloji ve doğa-üstü kurtarıcılara dair fantezilerine temellenen dedikodular olarak yorumlayan Jung, dünden bugüne dünyayı meşgul eden UFO fenomeniyle ilgili güncelliğini koruyan bir çalışma sunuyor.

Dizisi : Popüler Bilim
Özgün Adı : Ein Moderner Mythus Von Dingen, die am Himmel gesehen werden
Yazan : Carl Gustav Jung
Çeviren : Mustafa Tüzel
Editör : Selçuk Uygur
Sayfa : 176   
ISBN : 978-605-4927-85-2
Fiyatı : 14 TL 


Odysseus Efsanesi “Dönüş” ile Devam Ediyor

$
0
0
“Odysseus: Dönüş”, Homeros’un unutulmaz kahramanı Odysseus’u tuzaklar ve imkansızlıklarla dolu eve dönüş yolunda takip ediyor.  İtalyan yazar Valerio Massimo Manfredi’nin efsaneye yeni ve canlı bir soluk getiren serisinin ikinci cildi yine Pena Yayınları etiketiyle kitapçılarda.

Aralıksız süren on yıllık büyük savaştan sonra Truvalılar savaşı kaybeder. Efsanevi kahraman Odysseus yurduna, İthaka’ya dönüş için yola çıkar. Ancak korkunç kâbuslara sahne olabilecek tehlikeler ve düşmanlar onu beklemektedir. Yol tuzaklarla doludur. Odysseus her şeye rağmen evine dönmeye kararlıdır. Sevgili ailesi ve yurdu onu uzun yıllardır bekliyordur. 

Yeni ve canlı bir soluk
İtalyan tarihçi ve arkeolog Valerio Massimo Manfredi’nin, Homeros’un klasik destanına farklı bir açıdan baktığı Odysseus serisinin ikinci kitabı “Odysseus: Dönüş” Pena Yayınları’ndan çıktı.

Serinin ilk kitabı olan “Odysseus: Benim Adım Hiç Kimse”nin kaldığı yerden, yani Truva savaşının sonundan devam eden romanda yazar, Homeros’un yarattığı tüm zamanların en etkileyici ve cesur kahramanına bağlı kalmakla birlikte yeni ve canlı bir ses veriyor.

Homeros’a bir saygı duruşu
Valerio Massimo Manfredi, eserinde kullandığı dille Homeros’un lirik tarzını yakalamayı ve ona bir saygı duruşunda bulunmayı başarıyor. Yer yer efsanevi kahramanın düşüncelerine girerek onun daha insancıl yönlerini okuyucusuna aktarıyor. 

Destanın yüzyıllardır korunan değer ve canlılığını günümüze aktaran “Odysseus: Dönüş” mitolojik öykülere ve sürükleyici maceralara ilgi duyan her okuyucuyu kavrayacak bir roman. 

Yeni Tanışanlar için Valerio Massimo Manfredi:
Valerio Massimo Manfredi, 1943 Modena doğumlu yazar aynı zamanda Antik Yunan ve Roma dünyası üzerinde çalışan bir bilim insanı ve arkeologdur. Büyük İskender üçlemesi 38 dile çevrilmiş ve 62 ülkede yayınlanmıştır. Aynı zamanda televizyon ve sinema için senaryolar yazan ve İtalya’daki birçok dergide yazıları yayınlanan Manfredi uluslararası yapımcılar için kültür programları ve belgeseller hazırlamıştır.

Eser Adı : Odysseus: Dönüş
Yazar Adı : Valerio Massimo Manfredi
Çeviren : Zeynep Nazan Tezcan
Orijinal Adı : Il Mio Nome è Nessuno / Il Ritorno
Türü : Roman
Sayfa Sayısı : 400
Etiket Fiyatı : 23,50 TL
Yayınevi : PENA Yayınları


Extraterrestrial : Ruh Eşleri Uzaylılara Karşı

$
0
0
Popüler şarkıda dediği gibi “Aşkın açamadığı kapı, kanatlanıp uçamadığı yer mi var?”... İster yeryüzü, ister uzay her yere uçar ve konar... En kötü durumda bile ondan güç alınır ve her daim umut vardır... Yaratıcıları da böyle düşünmüş olsa gerek ki, 2014 Kanada yapımı bilim-kurgu gerilim “Extraterrestrial”, uzaylılarla mücadelede imkansızı aşkta, ruh eşlerinde arıyor...

The Vicious Brothers ile Colin Minihan ortaklığının ikinci meyvesi... 2011’de “Grave Encounters”i birlikte yazıp yöneten üçlü, bu beklenmedik başarıyla adını duyurmuştu... Bir yıl sonra gelen devam filminde, biraderler ikinci senaryolarına imza atmakla yetinirken yönetmen değişikliğiyle aynı başarı gelmemişti... Bu kez biraderler yazmış, Minihan da ilk uzun metrajını tek başına yönetme şansı yakalamış... Oyuncu kadrosunu da dizilerden aşina olduğumuz simalardan oluşturmuşlar... Brittany Allen, Freddie Stroma, Melanie Papalia, Jesse Moss, Anja Savcic, Sean Rogerson, Emily Perkins ve Mike Kovac’tan oluşan genç kadroyu, iki tecrübeli isim Gil Bellows ve Michael Ironside tamamlıyor... Başta “Ziyaretçiler” olmak üzere türün önemli film ve dizilerinde yer alan Ironside’ın canlandırdığı karakterin hayli ironik olduğunu belirteyim...

Her zamanki klişelerden hareketle, bir grup genç kasabadan uzak, ormanın göbeğinde kulübeye hafta sonunu geçirmek üzere gidiyor... Bu kez bahane, satılması için verilecek ilana konmak üzere fotoğrafların çekilmesi... April baş başa tatil hayal ederken, Kyle bu hayal bozmuş ve arkadaşlarını çağırmış... Ama olsun, kafaları çekecekler yüzecekler ve eğlenecekler plana göre... Öyle olamayacağını kısa sürede anlıyorlar... Önce sıradan korkutma sahneleri, uyaran yaşlı adamla başlıyor macera... Sonra yakınlarına düşen bir cismin yanına gittiklerinde, ufo olduğunu ve uzaylıların ortalıkta dolaşabileceğini anlıyorlar... April’in tüfeğine dayanmasıyla da olaylar gelişiyor... Bu arada April için ilişki uzatmaları oynuyorken, Kyle evlilik teklifi planlarında... Çatırdayan ilişkileri, düşen ufo, saldırgan uzaylılar derken işler iyice kızışıyor...

Türün tüm gereklerini yerine getiren Extraterrestrial, teknik açıdan sorunsuz... Uzaylıları alışık olduğumuz o yeşil sıska yaratıklar olarak resmediyor ve insanları kaçırdıkları anlarda da bildik yolu kullanıyor... Yeni bir şey yaratmak gibi dertleri yok uzaylılar konusunda... Sürekli klişelerden faydalanarak ilerlemeye çalışınca, aslında iyi başlayan film ortalarından itibaren tempo kaybederek sarkmaya başlıyor... İmdada yetişen de olabildiğince absürt sahnelerle, işin cılkını çıkarmaya kadar gidiyor... Tipik b-türü filmlerinin lezzetine sadece ikinci yarıda ulaşması da bu yüzden garip... İlk yarıda kendisini bu kadar ciddiye almadan aynı tavırla uçsa, daha iyi bir bütün olabilirdi karşımızda...

April’in uzay gemisinin arkasından “beni de al!” diye bağırmasından itibaren çiftimizin uzaylılara karşı olan mücadelesi hayli ilginç bir seyirlik... Daha ne kadar uçacaklar diye beklerken keyif almak da suçlu zevk... Sözde hükümetle uzaylılar anlaşmış, kimse vurulmadıkça sorun olmazmış... Çıkan sorunu buna dayandıran filmin, sonraki sebepleri benzer tuhaflıklarla bezeli... Yarım yamalak senaryosu üzerine biraz daha uğraşıp onarsalarmış keşke... Türü sevenler için nefes aldıran bir keyif yaşatabilirmiş... Tam olmasa da yaşatıyor diyelim... Uzay gemisinde geçen anlar hem komik, hem de akıl kalıcı... Filmin genelini kapsaması gereken tonlarda o anlarda saklı... Saçma ve gereksiz uzunlukta finali de önemli eksilerinden biri...

Prömiyerini Tribeca Film Festivalinde yapan Extraterrestrial, bir kaç festival gezdikten sonra 17 Ekim’den itibaren ev sineması pazarında izleyici bekliyor... Formüle yapısına ve eksiklerine rağmen “eğlenceli” demeden geçemiyor kimse... Gerilime meylederek başlayan, uzaylılarla ilk temastan sonra b-türü eğlenceye evrilen Extraterrestrial, daha fazlasını yapabilecekken kaçırılmış fırsat... 100 dakikayı daha iyi kullanabilse ve absürtlüğe biraz daha ağırlık verse tadından yenmeyecek film, yine de beklentisiz izleyiciler için vasatı aşan gece eğlencesi olarak öne çıkan bir seçenek...


Viewing all 3916 articles
Browse latest View live