Quantcast
Channel: Kayıp Paylaşımlar Koleksiyoncusu
Viewing all 3916 articles
Browse latest View live

Vizyona Giren Filmler : 29 Nisan

$
0
0
Üçü yerli on filmin vizyona girdiği haftaya damgayı Hasan Karacadağ imzalı korku “Magi” vuruyor. En çok satılan oyunlardan birinin uyarlaması animasyon “Ratchet ve Clank”, annelik bağını özelleştiren “Özel Bir Gün”, Jean Jacques Annaud imzalı “Kurdun Uyanışı” ve ödül canavarı “Brooklyn” öne çıkan diğer filmler. Paris’i mesken tutan aksiyon “Baskın Günü”, yöresel komedi “Emicem Hospital”, aksiyon soslu romantik komedi “Bay Doğru”, Avrupa işi fantastik komedi “Yeni Ahit” ve yerli dram “Kadere Tutsak” da diğer seçenekler...


Magi
Yönetmen: Hasan Karacadağ
Oyuncular: Michael Madsen, Stephen Baldwin, Brianne Davis, Lucie Pohl
Konu: Amerikalı gazeteci Olivia, Türkiye’de yaşayan kızkardeşi Marla’nın acil çağrısıyla İstanbul’a gelir. Hamile olan Marla, Olivia’nın geldiği gece bir cinayete kurban gider. Polis, cinayetin, Marla’nın boşandığı eşi tarafından işlendiğini delilleriyle ortaya koymasına rağmen, Oliva kız kardeşinin İstanbul’un başka semtinde, farklı bir kimlikle ikinci bir hayat sürdüğünü öğrenince, gazeteci refleksiyle araştırmalarını genişleterek devam ettirir.


Ratchet ve Clank / Ratchet & Clank
Yönetmen: Kevin Munroe
Konu: Ratchet, Qwark’ın Uzay Muhafızı olmak için takım seçmelerine katılmak istemektedir. Bu sırada galaksinin diğer ucunda, entrikacı kötü adam Drek, Tenemule gezegenini yeni silahı Deplanetizer ile tek atışta yok etmiştir. O gece Ratchet, Drek’in adamlarından kaçan, kısa devre yapmış robot Clank tarafından uyandırılır. Milyonların hayatı, Ratchet ve onun güvenilir metal yoldaşı Clank’in ellerindedir.


Özel Bir Gün / Mother’s Day
Yönetmen: Gary Marshall
Oyuncular: Jennifer Aniston, Kate Hudson, Julia Roberts, Jason Sudeikis
Konu: Hayatlarında tek bir ortak noktaları annelik olan bir grup kadının iç içe geçen hikâyelerinin anlatıldığı filmde hamile anneler, bekâr anneler, üvey anneler, gey anneler, çocuklarıyla küs anneler, uzun zamandır kayıp olan anneler ve her türden anne, filmin duygusal göndermesinden paylarına düşeni alıyor. Anneler Günü yaklaştıkça, her biri, her yerdeki annelerin gününü kutlamak için tatlı bir şekilde annelik bağının gücünü kanıtlayacaktır.


Baskın Günü / Bastille Day
Yönetmen: James Watkins
Oyuncular: Idris Elba, Richard Madden, Charlotte Le Bon, Jose Garcia
Konu: Michael Mason içinde cüzdandan daha fazlası olan bir çantayı çalınca, bir anda CIA’nın hedefi haline gelen, Paris’te yaşayan Amerikalı bir yankesicidir. Söz konusu olayı inceleyen CIA ajanı, Sean Briar, Michael’ın çok daha büyük bir oyunun sadece piyonu olduğunu fark eder. Ancak Briar aynı zamanda Michael’ın bu büyük çaplı komployu açığa çıkarmak için kendisine çok büyük yardımı dokunacağının da farkına varır.


Kurdun Uyanışı / Le Dernier Loup – Wolf Totem
Yönetmen: Jean Jacques Annaud
Oyuncular: Shaofeng Feng, Shawn Dou, Ankhnyam Ragchaa, Yin Zhusheng
Konu: Yıl 1967. Pekinli öğrenci Chen Zhen, çobanlığı öğretmesi için Moğolistan’ın iç kısımlarındaki göçmenlerin arasına gönderilir. Chen’in doğada var olmak, özgürlük ve sorumluluk hakkında öğreneceği çok şey vardır. Güneyin modern toplumuyla, kuzeydeki göçmenlerin düşmanı yağmacı kurtlar arasında sıkışmış insanlar ve hayvanlar, yerliler ve istilacılarla mücadele içindedirler.


Emicem Hospital
Yönetmen: İsmet Eraydın
Oyuncular: Wilma Elles, Selahattin Çakır, Merve Akaydın, Sinan Bengier
Konu: Selo, Cemal Emicesi’nin açtığı Emicem Hastanesi’nde çalışırken yakın arkadaşları Adem ve Dursun’la ekstra işler de yapmaktadırlar. Emicem Hastanesi’nin uluslararası bir seviyeye çıkması için Almanya’dan yönetici getirtilir. Almanya’dan gelen Ingrid Hanım, hastanede Alman disiplinini uygulamaya çalışır. Alman disiplini ile Karadeniz inadı arasında uyuşmazlık olunca komik olaylar yaşanmaya başlar.


Brooklyn
Yönetmen: John Crowley
Oyuncular: Saoirse Ronan, Domhnall Gleeson, Emory Cohen, Hugh Gormley
Konu: Brooklyn, genç bir İrlandalı göçmen olan Eilis Lacey’nin 1950’ler Brooklyn’inde geçen hikâyesini konu alıyor. Amerika’nın gelecek vaadlerinden etkilenen Eilis, New York şehri için annesinin evini terk eder. Vatan hasretini çekmeye başladığı sırada, Eilis kendini aşkın cezbedici ellerine bırakır. Ancak neşesi geçmişi yüzünden bozulur, iki ülke ve üzerinde yaşadığı hayatlardan birini seçmelidir.


Bay Doğru / Mr. Right
Yönetmen: Paco Cabezas
Oyuncular: Sam Rockwell, Anna Kendrick, Tim Roth, James Ransone
Konu: Hiperaktif davranışlar sergileyen Martha, son ayrılığından sonra çılgına dönmüştür. Gevezelik ediyor, Francis ile tanışmasını batırdığı gibi gördüğü her şeyi mahfediyordur. Francis’in yaklaşımı ise diğer herkes için çok korkutucu olsa da Martha etkilenmekten kendini alamamaktadır. İkisi de çılgın olduğundan mükemmel bir eşleşme gibi gözükebilir. Yalnız Francis ölümcül bir çılgın, profesyonel bir suikastçidir.


Yeni Ahit / Le Tout Nouveau Testament – The Brand New Testament
Yönetmen: Jaco Van Dormael
Oyuncular: Benoit Poelvoorde, Catherine Deneuve, François Damiens, Yolande Moreau
Konu: Tanrı yaşıyor, hem de Brüksel’de bir apartmanda. Ama pek huysuz, karısıyla kızına pek kötü davranan bir adamdır. Pek az şey bildiğimiz masum kızı Ea 10 yaşındadır. Bir gün tahammülü tükenen Ea babasının en büyük sırrını, yani dünyadaki herkesin öleceği tarihi SMS’ler yollayarak ifşa eder. Ardından da evden kaçıp altı yeni havari bulmaya karar verir.


Kadere Tutsak
Yönetmen: Erdoğan Koç
Oyuncular: Murat Ünaloğlu, Ateş Kantaroğlu, Ümit Sağlam, Şakir Aydın
Konu: Annesini doğumunda kaybeden Kenan, on yaşındayken de babasının öldürülmesine tanık olmuş ve tek başına kalmıştır. Çocukluk dönemini sokaklarda geçiren Kenan, iki arkadaşı ile beraber yaşamına devam eder. Gençlik yaşlarına geldiğinde ona ulaşan eski bir aile dostu Kenan ve arkadaşlarının kaderini değiştirecektir. Kendisini bu acımasız dünyanın içinde bulan Kenan, girdiği bu karanlık hayattan aydınlığa kavuşmaya çalışır.



Melike İnci'nin Yeni Romanı “Aşk Sıraya Girmez”, Yitik Ülke'den Raflarda

$
0
0
Toprağın tahtayla buluştuğu andaki ses yüreğimde patlıyordu. Başım önümde İsmet dayının koluna tutunarak destek almaya çalışıyordum. Tahtaya vuran toprak sesi ölümü en gerçek kılan şeydi… Kaybedilen insanın bir daha gelmeyeceği gerçeğiyle yüzleşme anı… Önce babam, sonra annem, sonra yine babam ve şimdi yine annem…

Yaşamla ölüm arasında, anıların izinde bir hikâye…

Geçmişin yükü nedeniyle hiçbir yere sığamayan karakterler…

Melike İnci, Yitik Ülke Yayınları’ndan çıkan yeni romanı Aşk Sıraya Girmez’de okuru yaşam ve ölüm arasındaki bir durakta; aşkın, dostluğun, aile bağlarının gölgesinde insanın ben’i bulma çabasının peşinden sürüklüyor. 

Yazarın ilk romanı O Anda’nın karakterleri bu defa başka bir mekânda aşk, dostluk, acı, pişmanlık, hüzün, umut ve mutluluğa dair diyaloglarla yeniden sahneye çıkıyor.  

Zübeyde Hanım’ın cenaze töreninde bir araya gelen aile bireyleri parçalanmış yaşamları, unutulmaya yüz tutmuş anıları ve sırları ile ölümün soğuk yüzüyle karşılaşıyor. Zübeyde Hanım’ın gidişi, onları özgürlüğe kavuşturabilecek mi? Yıllardır baskı altına alınan arzularını bundan sonra kontrol edebilecekler mi? Ya da hızla dağılıp dört bir yana mı savrulacaklar? Bir kadının gölgesinde şekillenen yaşamları, bu andan sonra değişebilecek mi? Ölümün varlığı, yaşamı daha anlamlı kılabilecek mi? Mezarlıkta toprağın tahtayla buluştuğu andaki ses, yalnızca roman karakterlerini değil, okuru da ölüm gerçeğiyle yüz yüze getiriyor; ancak yazar, her şeye rağmen yaşamın devam ettiğini satır aralarında işlemeyi unutmuyor. 

İnci, yirmi dört saatlik zaman dilimini geriye dönüşlerle derinleştirirken okurun içe doğru yol almasını; ilişkileri, aşkı, insanı ve yaşamı sorgulamasını sağlıyor. Akıp giden bir kurgu ve gerektiği kadar betimleme içeren yalın bir anlatım eşliğinde…

Melike İnci, Aşk Sıraya Girmez, roman, Yitik Ülke Yayınları, 198 sf., 17 TL


Birdy : Bir Pencere, Bir Tutku, İki Kanat…

$
0
0
“Hayatınızın sonuna kadar tek bir filmle idare etmeye mahkum edildiniz. Hangi filmi seçerdiniz?” Bundan birkaç yıl önce sinema yazarları ile seri röportajlar yapan bir internet sitesinde sıra bana geldiğinde bu soruya hiç düşünmeden cevap vermiştim: “En çok izlediğim film olan Birdy olur seçimim… Müzikleri de bonusu olur. Sıkılmadan her gün izleyebilirim… Dönem dönem bile isteye mahkum ediyorum kendimi zaten…” Sinema tarihinde onca film varken neden Birdy? O günden sonra en çok maruz kaldığım soru da bu... Nedeni çok basit: Çünkü sinema aşktır, hiç unutulmayan ilk aşktır. İzlenip geçilmez, yanına anılar eklenir, yeni anlamlarla donanır. Diğer soruya geçelim: Peki Birdy üzerine yazdın mı? E hadi gelin birlikte yazalım, aşkla yazalım... 

Doksanlı yılların ikinci yarısıydı. O dönem en sevdiğim şey, haftalık tv programı dergisiydi. Yayımlanacak filmleri inceler ve programımı yapardım. Daha önce TRT’de yayımlanacakken son anda yayından sansür nedeniyle apar topar kaldırılan Birdy Kanal D ekranlarında başlığıyla sevinç çığlıkları attım. Nihayet bekleyiş bitmişti ve izleyecektim. İzlemekle yetinmedim, videoya kaydettim. VHS kasetime kapak da icat ederek arşivimin en güzel yerine koydum ve pamuklara sardım. İsmi lazım değil, birinden hoşlanıyordum. Çok ürkek biriydi ve ulaşamıyordum ona bir türlü. Bıraksa sular seller gibi şakıyacaktım ama tam laf oraya doğru giderken birden kalkıp gidiyordu hep. “Dün akşam şahane bir film vardı” demesiyle uzaklar yakın oldu. Ortasından yakalamış, keşke tekrarı olsa da izleseymiş. Sevinçle “bende var, kaydettim” dedim. Yüzümde açan güllere karşılık verdi ilk kez. Film üzerine o kadar uzun konuştuk ki, ilk duvarı aştım. Filmi izlemek için eve gelmesi gerekiyordu. Geldi, izledi... Ağladı, döküldü, duvarlarını yıktı... İlk aşkın ilk adımı ikimiz için de böyle atıldı... 

Sürekli yan yana olma isteğimize, tutkumuza rağmen uyuz bir çifttik. Aşka şiddetle karşıydık. Sevgililer, aşıklar diyenlere karşı çıkıyorduk. Kabullenmiyorduk, biz arkadaştık. Kabullenişimiz de Birdy sayesinde oldu. VCD çılgınlığı yaşanıyordu ama henüz geniş bir arşiv yoktu. Filmi kendi dilinde türkçe altyazılı izlemek istiyorduk ama bulamıyorduk. Bir konser için yolumuz İstanbul’a düştüğünde yakaladığımız fırsatı değerlendirmek üzere bir günü ayırdık. Kadıköy’de olma ihtimali yüksek dediler gittik. Bir kaç yere sorduk yok. Birbirimize baktık ve el ele tutuşursak buluruz dedik. Bulana kadar tutacağız. İlk defa el ele tutuşarak arşınladık sokakları ve bulduk. O günden sonra da uzun bir süre ayrılmadı ellerimiz. Mutluluktan kaybolduk o akşam. Yanında kaldığımız arkadaşımız bizi almaya gelince gülümseyerek “korktunuz mu aşıklar?” dedi ve gidene kadar sürdürdü aşıklar diye hitap etmeyi. O sürecin sonunda kabullendik aşıklar olduğumuzu. Sürekli dilimizdeki film oldu Birdy, duvarımızdaki poster. O yüzden Birdy belki de. Filmler de ilk aşk değil midir, kabulleniş değil midir, hep kalmaz mı içimizde ilk aşk gibi?

O aşk bitti, aynı şehirde olduğumuz halde hiç karşılaşmadık. Tek karşılaşmamız da yine Birdy sayesinde oldu. Filmin uyarlandığı roman nihayet dilimize çevrilmişti. Duramadım elbette, gelir gelmez arayın dedim, arandım gittim ve onunla karşılaştım. Elindeydi roman, gülümseyerek gösterdi, uzattı. Aldım, ödedim ve çıktım. Tek cümle etmedim. Bunu da filmlerin finallerine bağlayalım mı? Olay örgüsünün sonunu anlatmak için diyaloglara, müziğe ihtiyaç yoktur. Küçük bakışlar, verilen, verilmeyen tepkiler yeter de artar...

Birdy’i bende özel kılanlar bu kadarla sınırlı değil. 2008’de Matthew Modine Altın Portakal Film Festivali’nin konuğu olarak geldi. Ordaydım elbet, film hakkında o kadar çok şey söyleyip, o kadar çok soru sordum ki “filmi benden daha iyi biliyorsun” dedi utana sıkıla Modine. Geçtiğimiz yıla kadar elimde Birdy’nin tv’den kayıt vhs kopyası, altyazılı kopya vcd’si, türkçe dublajlı orijinal vcd’si, orijinal dvd’si, kitabı ve soundtrack cd’si vardı. Tek eksiğim kalmıştı: Soundtrack’in plağı... “Korktunuz mu aşıklar?” repliğinin sahibi arkadaş yıllar sonra beni sosyal medya hesabımdan buldu. Nasıl oldu da koptuk diye başlayarak geçmişi yad ederken laf “Birdy”e geldi. “Bugün bir plak gördüm ve o dönemi hatırladım” dedi. Bir hafta geçmeden plak elimdeydi. İşte bu yüzden Birdy...

Savaştan farklı yaralarla dönen iki çocukluk arkadaşının öyküsünü anlatır Birdy… Biri yüzüne şarapnel parçası yemiş, diğerinin ise ruhu yaralanmıştır. Çocukluğundan beri kuşlara ilgi duyan, onlardan biri olup ‘Uçup gitme’ özlemi içindeki Birdy askeri hastanedeki odasında dış dünyayla ilişkisini kesmiş biçimde yatmakta, sadece odanın küçük penceresinden masmavi gökyüzüne bakmakta ve hiç konuşmamaktadır. Dış dünyayla her türlü iletişimi kesmiştir. Psikoloğu derin bir ruhsal bunalım geçiren delikanlının sessizliğini bozmak amacıyla gençlik yıllarındaki en yakın arkadaşı Al’dan yardım ister. Al da savaşta yaralanan binlerce kişiden biridir ve yoksul mahallesindeki tek dostu “Birdy”i umutsuzca gerçeğe döndürmeye çalışır.

Yönetmen Alan Parker geri dönüşlerle savaş sahneleri sunsa da asıl meramı bu değil. Çünkü asıl önemli olan Matthew Modine’in bizim gördüğümüz haldeki, ruhu yaralı, iletişimi kopuk, boynu bükük “kuş” hali değil; o noktaya nasıl geldiği. Parker iki genç kahramanının arkadaşlıklarını sevgiyle anlattığı gibi modern hayatta eksik olanları da anlatıyor. Cage’in yüzü harap olmuş, bandajla saklıyor, Modine’in yara alan yeri ise ruhu… Zaten içe dönük bir çocukken Vietnam’dan çevresiyle her türlü iletişimi kesmiş biri olarak karşımıza çıkıyor. Filmin en etkileyici yanı da Modine’in olağanüstü yansıttığı bu iletişim eksikliği zaten. Alan Parker, William Wharton’un İkinci Dünya Savaşı dönemini anlatan romanından Vietnam sonrasını anlatan bir film yapmış. Benzersiz bir dostluğun öyküsü olduğu kadar, savaşın yıkıcı etkileri üzerine de geniş bir parabol oluşturuyor. Ve yalnız Alan Parker’ın en iyi filmi olmakla kalmıyor, modern sinemanın da öncü ve yol gösterici yapıtlarından biri oluyor…

Sisli gökyüzünden parmaklıklara, oradan da Birdy’nin hastanedeki odasına, sinmiş görüntüsüne akar kamera ve başlar şiir… Al görünür hemen ardından. O da yaralıdır. Doktorun nasılsın sorusuna “Görünmez adam gibiyim” diye cevap verir. Tüm öykünün anahtarı Al’dadır. Onun sözüyle akar dostluk… “Ah Birdy, başıma ne işler açtın. Senin hep tuhaf tuhaf olduğunu söylerlerdi, küçük kardeşim bile… Bıçak olayını hatırlıyor musun” sözleri ile geçmişe gideriz… Filmin sık sık tekrarlayacağı yapının ilk adımı elbette tanışmalarıdır.

Ah be Birdy, başıma ne işler açtın böyle... Bir an önce görmek için pencereden bakmalar, birlikteyken zamandan ve mekandan kopartan tutku ve ruhumuzdaki kanatlar... Birdy de bir penceredir, iki kanattır afişte olduğu gibi, bir tutkudur... Son sözü de onun söylemesi kadar doğal bir şey yoktur...

“Merak etme beni ayıramazlar senden. Dünyaya dönemem artık. Buna gücüm yok. İkimizin de hakkından geldiler. İkimiz de çıldırdık sonunda. Böyle olmasını biz istemedik ama bu yolu biz çizmedik.
Lanet olsun!
Kendimden öyle emindim ki… Ben ben olacaktım. Hiç kimse istemediğim bir şeyi yaptıramayacaktı bana. Ama şimdi şu halime bak. Posamı çıkarıyorlar. Kayıp listesinde kalıyor adımım. Nasıl bir insan olduğum hiç kimsenin umurunda bile değil. Kendimi istenmeyen köpekler gbi hissediyorum.
O bomba suratımda patladığında burnuma yanık et kokusu geldi. Çılgınca birşeydi ama o koku hoşuma gitti… Evet hoşuma gitti Birdy. Tanıdık bir kokuydu. Sonra farkına vardım ki, bu yanan benim derim, benim tenim. Ve acıyı hissetmiyordum bile.
Bundan sonra nasıl bir suratım olacak bilemiyorum Birdy. Şu sargıların altındaki ben miyim bilmiyorum. Ben, ben asker olmak istemiyorum. Sargıların altında Al olsun istiyorum Birdy. Al olsun. Sargıların altında Al olsun. Kesilmiş, biçilmiş lanet bir maske değil.
Lanet Olsun!!!
Şu dünyanın özenilecek nesi var sanki? Burada kalacağım bu dünyanın canı cehenneme… Gidip sargıları çıkarttırmama gerek yok. Ne yapmak istediğini anladım arkadaşım.
Biliyor musun? Haklısın burada saklanıp, kimseyle konuşmayalım.
Sonra da yavaş yavaş çıldıralım.
Duvarlara tırmanalım!
Haykıralım…
Tükürelim…
Karşı odadaki manyak gibi pisliğimizi duvarlara fırlatalım.
Evet, evet aynen böyle yapalım. Böyle yapalım….”



Sevan Nişanyan’dan “100 Güzel Kelime”, Ağaçkakan Yayınları’ndan Raflarda

$
0
0
Ağaçkakan Yayınları’na ait “Hazır Bilgi” serisi tüm hızıyla devam ediyor. Serinin beşinci kitabı Sevan Nişanyan’dan “100 Güzel Kelime” raflarda yerini aldı. Sevan Nişanyan 100 güzel kelime seçti, kökeninden anlamına derinlemesine açıkladı.

Ali Nesin’in önsözüyle:
“En kabullenmiş düşünceleri sorgulamak gerektiğini Sevan’dan öğrendiğimi söyleyebilirim. Daha önce de biliyordum tabii ama teorik bir bilgiydi! Gene de bir iki defa savunduğu bir sava güçlü bir argümanla karşı çıktığımı anımsıyorum. Cevabı sadece bir “hımmm” oldu ve tartışma orada noktalandı! İşte Sevan!

Gün 24 saat. Çok fazla! Kendimize bir başka eğlence bulduk: Türkçe erkek adları listesi! Bir iki hafta uğraştık. Unuttuğumuz ad kaldığını sanmıyorum! Oradan doğal olarak Arapçaya geçtik. KTB kalıbından kitap, kütüphane, kâtip, mektup, mektep vs. Kaf’la kef arasındaki fark. Ayın’ın incelikleri. Çok ilginç geldi bana. Arapça kelime üretme kalıplarını öğretti. Biraz Arapça bilgisi var, zamanında Latince de öğrenmiş. İngilizcesi ana dili gibi. Fransızcası ve Almancası da mükemmel denilecek seviyede. Ama Türkçe bilgisi dehşetengiz. Bir gün Sevan’a 

-Bu kadar çok kelimeyi nereden öğrendin, nasıl biliyorsun? diye sordum.
-E biraz Türkçe biliyoruz herhalde! diye cevap verdi.
Gerçekten de biliyordu. Bilmediği konu yoktu ki…”

Yeni Tanışanlar için Sevan Nişanyan
1956’da İstanbul’da doğdu. Orta öğrenimini Işık Lisesi ve Robert Lisesinde tamamladı. 1974’te üniversite eğitimi için ABD’ye gitti, Yale Üniversitesi ve Columbia Üniversitesinde tarih, felsefe ve Güney Amerika Siyasi Sistemleri üzerine eğitim gördü. Türkçe’ye çevirdiği Grundrisse, yazdığı yüz sayfalık bir önsöz ile 1979’da henüz 23 yaşındayken yayımlandı. Birikim dergisinde ve The New York Times’ta yazıları çıktı. Agos ve Taraf’ta köşe yazarlığı yaptı. 1984-1985 yıllarında Commodore 64 adlı kişisel bilgisayarı (PC) Türkiye’ye getiren firmanın kurucusu ve yöneticisi oldu. 1995’te Şirince’ye yerleşen Nişanyan, bu köyde geleneksel mimari dokuyu korumak ve canlandırmak için yaptığı çalışmalarla tanındı. Türkçenin etimolojisi, siyaset ve gezi başta olmak üzere pek çok alanda kitapları vardır. 29 Ekim 2008 ve 14 Aralık 2009 tarihleri arasında Taraf gazetesinde “Kelimebaz” adıyla dile ilişkin köşe yazıları yazdı. Bu yazıları iki ayrı kitapta toplanarak “Kelimabaz – 1” ve “Kelimebaz – 2” isimleriyle yayımlandı. Bu kitaptaki yazılar da Taraf gazetesindeki köşe yazıları arasından yazarı tarafından seçilmiştir. Sevan Nişanyan, İzmir’in Selçuk İlçesi’nin turistik köyü Şirince’de SİT alanındaki arazisine 2008 yılında 60 metrekarelik taş bir bina inşa etmeye başladı. İnşaat mühürlendiği halde iki kez mührü sökerek binayı bitirdi. Bu sebepten aldığı 2 yıllık hapis cezasını çekmek üzere başlayan cezaevi hayatı benzer başka davalarla beraber arttı. Sevan Nişanyan iki yılı aşkın bir süredir cezaevinde. Kesinleşmiş toplam cezası 11,5 yılı aştı. Henüz sonuçlanmamış diğer davalarla birlikte bu sürenin yakın zamanda 25 yılı aşma ihtimali var.

100 Güzel Kelime 
Sevan Nişanyan
Hazır Bilgi Serisi - 5
Dizi Danışmanı: Tolga Arvas
Dizi ve Kitap Tasarım: Vecdi Özkan
Birinci Basım: Nisan 2016, İstanbul (3.000 adet)
Satış Fiyatı: 16 TL.
Dağıtım Tarihi: 6 Mayıs 2016


Artık Özgürsün : Susmak Cinayet, Alttan Almak Teslim Olmaktır!

$
0
0
Clare Mackintosh’un listelerden düşmeyen romanı Artık Özgürsün Altın Kitaplar etiketiyle raflardaki yerini aldı! 

Beş yaşındaki bir çocuk okul dönüşünde annesinin elini bırakarak koşmaya başlar, işte o anda bir araba hızla çocuğa çarpar ve olay yerinden hızla uzaklaşır. Katil kimdir? 

Mackintosh, yüksek gerilimli ve bol sürprizli romanında olayları bir kadın gözünden de irdeliyor; fiziksel ve psikolojik şiddet altındaki bir insanın suskunluğunun yarattığı korkunç sonuçları gözler önüne seriyor. 

Çiğnenen bir kadının onuruysa… 

Susmak cinayet, alttan almak teslim olmaktır!

Jenna Gray'in korku, acı ve endişeyle dolu dünyası, beş yaşındaki bir çocuğun ölümüyle sonuçlanan trajik bir kazayla birlikte iyice altüst olmuştur. Artık hayatına devam edebilmesinin tek yolu, zor da olsa, yıkıntıların arasından kendine bir yol açıp her şeye silbaştan başlamaktır. Bir kâbus gibi üzerine çöken çaresizliği, kaçmaya sürükler onu. Galler sahilindeki yıkık dökük bir kır evine yerleşir. Burada yaşama yeniden tutunmaya çalışacak, yaralarını sarıp korkularının üstesinden gelmeye, hayatını sonsuza dek değiştiren o korkunç kasım akşamının etkisinden kurtulmaya çabalayacaktır. 

Fakat geçmişten kaçış yoktur. Suskunluğun ve korkunun sonuçları yıkıcı olacaktır…

“Sürpriz U dönüşüyle son derece sürükleyici, müthiş bir roman. Tek kelimeyle bayıldım ve bitmesini istemedim.” Peter James

“Ustalıkla kurgulanmış bir gerilim romanı.”  Trendeki Kız romanın yazarı Paula Hawkins

“Fırtına gibi bir psikolojik gerilim. İçinde her şey var: nefes kesici sürprizler, müthiş bir tempo ve mükemmel karakterler. Bu kitap kalbinizi sıkıştıracak ve suratınızın tam ortasına sıkı bir yumruk indirecek!” Mark Edwards  

Artık Özgürsün / Clare Mackintosh
Çevirmen: Berna Gülpınar
Altın Kitaplar
Polisiye Roman Dizisi
Basım Tarihi: 4/2016
Sayfa Sayısı: 408
Etiket Fiyatı: 25,00 TL


Umudun Galip Geldiği Sarsıcı ve Sahici Bir Roman: Unutamadım

$
0
0
“Bak buraya bir dokunuş bırakıyorum” demiştim elimi kalbine götürüp. “Buraya başka kimsenin bırakamayacağı saflıkta, hayalimin de ötesinde berrak sudan çıkmış, içi sadece sevgi dolu bir dokunuş bırakıyorum. Kimsenin bilmediği, kimsenin duymadığı, sadece sana ait, yüreğimden sana kaçmış haylaz ama sevimli bir dokunuş. Gittiğin her yerde yanında olacak bir dokunuş, bir mühür bırakıyorum sana. Sen ve ben bileceğiz bunu ve asla unutmayacağız. Unutursak kaybederiz…”

Unutamadım, bir yanlışın romanı. Bir kaçışın, bir vazgeçişin, ama aynı zamanda kaçamayışın romanı. Umudun en dibe vurduğu anda hayatın kulağa fısıldadığı güzel günlerin romanı. Aşkın yüzeysel ele alınmadığı, hayata dair olandan bağımsız tutulmadığı bir roman. İçimizi güzellikle dolduran aşk kadar, o aşkın bir köşe başında uğradığı tecavüzlerin, yanı başında patlayan bombaların, gözünün önünde tekmelenen çocukların, en değerlileri için kendinden vazgeçmiş ve fakat bir hastane köşesinde dalgın gözlerle ölümü beklerken bile aşkından vazgeçmemiş olanların romanı...  Bazen kocaman bir hiç’in, bazense hayatı anlamlı kılan her şeyin romanı.

Caner Yaman, sarsıcı aldanışlardan sonra hiç durmadan yürümüş ve bir yere varamamış olanların dünyasına ışık tutuyor bu kitabında. Ayrılığın ne olduğunu, her gün daha da kirlenen bir dünyada aşk’ın ne olduğunu sorguluyor. Bitti denilen noktada karşılaşılan başlangıçların, güzel yürekli insanların ve onları terk etmeyen umudun izini sürüyor.  

Aşkın benciliğinden, içimizde yarattığı fırtınalardan savrulurken dahi her gün hepimizin tanık olduğu sarsıcı olayları, o kirli gerçekliği görüp yaşayan, tanıklık eden, dışındaki gerçekliğe kendini kapatmayan bir adam. Kendini yok etme pahasına çocuğuna sahip çıkan bir kadın…

Yanlışın düzeldiği, gerçeğin öğrenildiği anda kaldığı yerden devam etmeye hazır olacak kadar aşık, o kadar “unutulamamış” bir ilişki...

Unutamadım, umutsuzluğun, Demokles’in kılıcı gibi tepemizde sallandığı ama sonunda bir çırpıda yere çalındığı, umudun galip geldiği sarsıcı ve sahici bir roman.

Yeni Tanışanlar İçin Caner Yaman
1980 yılında Zonguldak’ta doğdu. Lisans ve yüksek lisans eğitimini Hacettepe Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde tamamladı. Halen Bülent Ecevit Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde araştırma görevlisi olarak görev yapmakta ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde İngiliz Edebiyatı Doktora Programı’nda eğitimini sürdürmektedir. İrlanda ve İngiliz edebiyatından çevirileri bulunmaktadır. 2010 yılında YÖK Araştırma Bursu’yla, 2011 yılında ise İrlanda Edebiyat Fonu (ILE) Çeviri Ödülü’yle Dublin’e giderek günümüz İrlanda tiyatrosu üzerine çalışmalar yapmıştır. Yurtiçi ve yurtdışı fotoğraf yarışmalarında ödül ve sergilemeleri bulunan Caner Yaman’a 2012 yılında Uluslararası Fotoğraf Federasyonu (FIAP) tarafından Uluslararası Fotoğraf Sanatçısı (AFIAP) unvanı verilmiştir. 2014 yılında yayınlanan Sonrası Yok, yazarın deneme ve hikayelerden oluşan ilk kitabıdır. Yazarın ikinci kitabı Aşıktım Hatırlamıyorum ise 2015 yılında Hayykitap tarafından yayımlanmıştır.

Unutamadım / Caner Yaman
Yayınevi: Hayykitap - 342
Kategori: Edebiyat - 24
Türü: Roman
Birinci baskı: Mayıs 2016
Sayfa sayısı: 208
Fiyatı: 16 TL

Anadolu’nun Sesi Osman Şahin’den Yeni Öyküler: Mor Cepken

$
0
0
Öykücülüğümüzün usta kalemi Osman Şahin’in Anadolu’nun sesini, acısını, sevincini taşıyan yeni öykü toplamı “Mor Cepken” Can Yayınları etiketiyle raflarda.

“Ağır zırhlı savaş gemileri, koyu kurşuni renkli dev ütülere benziyor, eziyor,yarıyor denizin üstünü. Kömür siyahı dumanlar çıkıyor, kirletiyor havayı. Kışkırtıcı, kibirli görünümlerinde, denizaşırı ülkelerin büyük hileleri var.”

“Osman, sen bugüne kadar çok güzel hikâyeler yazdın. Toros Dağları’nın sesini, rüzgârını yazdın. Bekir Yıldız’dan farklı olarak Fırat’ı yazdın. O Fırat ki, insanları gibi öfkeli, deli dolu akan bir sudur. Onu yazmak her yiğidin kârı değildir. Kolları Bağlı Doğan’da bu ülkenin insanlarına, sana yapılan işkenceleri, bu düzenin “işkence hücreleri”ni yazdın. (…) Osman, hikâyenin namusu, onuru her şeyden fazladır. Çünkü kalıcı olan budur. Yazarın parası pulu yoktur ama kaleminin namusu, şerefi, haysiyeti vardır. Sen ne yaptın? İki sayfa roman eleştiri yazın yüzünden aylarca hapis yattın. Burjuvalar bazı yazarlarımızdan daha iyi biliyorlar iki sayfalık yazının namusunu… Bundan böyle yazacaklarına dikkat et; kaleminin ucunu, bu toprakların ileriye dönük gerçeğinden sakın ayırma!
Yiğit kardeşim, halkımın yiğit oğlu Osman Şahin, gözlerinden öperim.”
Ahmed Arif - Kasım 1988 

Mor cepken, kadınların çeyizine konurmuş eskiden. Çeyiz sandığının en altında bulunurmuş. Ve evlenen kadının onu hiç kullanmaması temenni edilirmiş. Çünkü kadının o mor cepkeni giyip evin bacasına, köy meydanına, herkesin görebileceği bir yere çıkması, “Ben kocamı sevmiyorum”, “Kocam bana eziyet ediyor”, “Ben gönülsüz evlendim, yardım edin” anlamına gelirmiş. Ve o kadına muhakkak yardım edilir, koca da kınanırmış.

Öykücülüğümüzün usta kalemi Osman Şahin, Anadolu’nun sesini, acısını, sevincini taşıyan yeni öyküleriyle okurumuzun karşısında. Mor Cepken’i “o güzel insanlar”ın yitip gitmekte olan dünyasına bir ağıt olarak okuyabilirsiniz.

OSMAN ŞAHİN, 1940’ta Mersin’in Toroslar ilçesine bağlı Arslanköy’de doğdu. Diyarbakır Dicle Köy Enstitüsü ile Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Beden Eğitimi Bölümü’nü bitirdi. Urfa, Malatya, İzmit, İstanbul liselerinde öğretmenlik yaptı. 12 Eylül Darbesi’nden sonra sürgün edilerek emekli olmak zorunda kaldı. Bir roman eleştirisi yüzünden 18 ay hapis yattı. Kırmızı Yel ile 1971 TRT Büyük Ödülü’nü, Ağız İçinde Dil Gibi ile 1980 Nevzat Üstün Öykü Ödülü’nü, Selam Ateşleri ile 1992 Ömer Seyfettin Öykü Ödülü ve 1994 Sait Faik Hikâye Armağanı’nı, Mahşer ile 1998, Ölüm Oyunları ile 2003 Yunus Nadi Öykü ödüllerini aldı. 1997 Ankara Film Festivali’nde Aziz Nesin Emek Onur Ödülü, 1999 Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Yaşam Boyu Onur Ödülü, aynı yıl Troya Folklor Araştırmaları Derneği Yılın Edebiyat Ödülü, 2007 Mersin Kraliçe Aba Ödülü, 11. Ankara Öykü Günleri Onur Ödülü, 2008 Söke Kültür Sanat Festivali Onur Ödülü, aynı yıl Mersin’de İz Bırakanlar Onur Ödülü ve Mersin Kenti Edebiyat Ödülü ile onurlandırıldı. Aynı zamanda 2009 yılında 8. İzmir Öykü Günleri Onur Konuğu oldu. Kırmızı Yel, 1984’te İsveç’te, pek çok öyküsü Polonya, Macaristan, Almanya, Fransa, Hollanda ve Slovenya’da yayımlandı. 13 seçme öyküsü, Tales from The Taurus adıyla İngilizce ve Çince, üç öyküsü Güney Kore’de yayımlandı. Bugüne dek 23 öyküsü filme alındı. Filmler, yurtiçi ve yurtdışı film şenliklerinde Türk sinemasına 30’dan fazla ödül kazandırdı.

Mor Cepken / Osman Şahin 
Tür: Öykü
Sayfa sayısı: 94 Sayfa
Fiyatı: 10,5 TL
Yayın tarihi: 3 Mayıs 2016

Alakarga’dan Mayıs Yenileri

$
0
0
Alakarga Yayınları Mayıs ayını üç kitapla karşılıyor. Kısa sürede ikinci baskıyı deviren “Postacı Kapıyı İki Kere Çalar”ın yazarı James M. Cain’den kara romanın tanımını değiştiren başyapıtı “Çifte Tazminat”, Macar Edebiyatının usta isimlerinden Arpad Kun’un Türkçedeki ilk kitabı “Mutlu Kuzey” ve Suat Duman’ın uzun süredir raflarda bulunmayan şahane polisiyesi “Müruruzaman Cinayetleri” yeni kapağıyla 3 Mayıs’tan itibaren raflarda.

Çifte Tazminat / James M. Cain
Postacı Kapıyı İki Kere Çalar’ın yazarı James M. Cain’den kara romanın tanımını değiştiren bir başyapıt: Çifte Tazminat. Safdil bir sigortacı ile azla yetinmeyen bir afetin yolları kesişirse ne olur? Amerikan edebiyatının çağdaş klasikleri arasında gösterilen romanlarıyla 20. yüzyıl yazınında iz bırakan James M. Cain’in bu romanında beceriksiz bir sigortacı, sayamayacağı kadar paranın cazibesiyle ve daha önce hiç karşılaşmadığı çarpıcılıkta bir kadınının karşı konulamaz çekimiyle yüzleşmek zorunda kalır. Olabildiğince basit ve akla yatkın planların beklenmedik virajlarla hem karakterlerini hem okurunu ters köşeye yatırdığı hikâyelerin ilk örneği, çok sayıda roman ve filmin esin kaynağı bu gerilim dolu kara romanı, yer yer tebessüm ederek okuyacaksınız.
Çeviren: Barbaros Uzunköprü
1.Basım: Mayıs 2016
Sayfa: 171
Fiyat: 14 TL

Mutlu Kuzey / Arpad Kun
Ölüm ile yaşam arasında, sıcak Benin ile soğuk Norveç arasında eşine az rastlanır bir hikâyeyi gerçeküstü bir dille anlatıyor Arpad Kun. Afrikalı bir anne ile Fransız bir babanın oğlu olan kahramanımız Aime, kâh Afrika'da Vudu törenlerinde kâh Norveç'te bir kasabadaki Tahta Kilise'nin yangından kurtarma tatbikatında karşımıza çıkmaktadır. Birbirinden tamamen farklı iki kültür arasında Aime her iki kültüre ait birbirinden güzel öyküler anlatırken yaşamının bu iki arada nasıl gidip geldiğini görüyoruz.

Macar Edebiyatının usta isimlerinden Arpad Kun Türkçedeki bu ilk kitabıyla karşınızda...
Çeviren: Leyla Önal
1.Basım: Mayıs 2016
Sayfa: 493
Fiyat: 25 TL

Müruruzaman Cinayetleri / Suat Duman
70’lerin sonu, politik kaosun hüküm sürdüğü yıllar. Bir gösteri esnasında yaşanan bir patlama ve bugüne kadar devam eden sonuçsuz yargı süreci... 

Suat Duman’ın Cinayet Mevsimi romanıyla tanıdığımız gönülsüz avukat karakteri Mehmet Cemil’in yolu, yürüttüğü bir dizi cinayet vakasında 80 öncesinin illegal örgütleriyle kesişiyor.

Müruruzaman Cinayetleri, politik polisiyenin önemli örnekleri arasında gösterilen, örneğine pek sık rastlamadığımız sert bir intikam hikâyesi. 

Uzun bir süredir baskısı bulunamayan romanın ikinci baskısı nihayet Alakarga etiketiyle okurla buluşuyor.
1.Basım: Mayıs 2016
Sayfa: 176
Fiyat: 14 TL


Magi : Şeytanı Kim Doğurdu?

$
0
0
On yıl önce çektiği “Dabbe” ile korku gerilim sinemamızda milad olan ve türün bayraktarlığını seri üretimle kimselere bırakmayan Hasan Karacadağ bu kez büyük oynuyor. Yabancı oyuncuların başını çektiği kadro ile filmini dünyaya izletmeyi hedefleyen yönetmenin merakla beklenen filmi “Magi” nihayet vizyonda.

On yıla dokuz film sığdıran Karacadağ daha büyük bir bütçe ile yola çıkmış bu kez. Dünyaca ünlü Hollywood starları Michael Madsen ve Stephen Baldwin etiketiyle ilgiyi de katlamaya çalışmış. Onların varlığıyla filmi de ingilizce çekmiş. Brianne Davis, Lucie Pohl, Dragan Micanovic, Kenan Ece ve Emine Meyrem de onlara eşlik eden isimler olmuş. İslami motiflerle süslü korku filmlerini başımıza musallat eden yönetmen yine cinlerden vazgeçmemiş ve daha evrensel bir boyut kazandırmış konuya. Tarihi kazıyarak Nazi okültünden yola çıkmış ve yine son dönemde yerli korkuların vazgeçilmezi şeytan çıkarma ile harmanlamış.

Magi, hamile kızkardeşi Marla’nın ani ve esrarengiz ölümüyle ilgili gerçeği araştıran Amerikalı gazeteci Olivia Watson’un heyecan verici macerası olarak sunuluyor. Amerikalı gazeteci Olivia Watkins, Türkiye’de yaşayan kızkardeşi Marla’nın acil çağrısıyla İstanbul’a gelir. Hamile olan Marla, Olivia’nın geldiği gece kendi evinde karmaşık bir cinayete kurban gider. Polis, cinayetin, Marla’nın boşandığı eşi tarafından işlendiğini delilleriyle ortaya koymasına rağmen, Oliva; kız kardeşinin İstanbul’un başka semtinde, farklı bir kimlikle ikinci bir hayat sürdüğünü öğrenince, gazeteci refleksiyle araştırmalarını devam ettirir. Olivia, cinayete kurban giden kızkardeşi Marla’nın Türk arkadaşları Emir ve Suzan’ın yardımlarıyla aksiyon, gerilim ve korku dolu bir maceraya girişir.

Yerli korku filmi söz konusu olduğunda başımıza en fazla gelen şey dünya standartları ile arasındaki farklar oluyor. Bir türlü güncel standartları yakalayamamamız bir yana çağın hayli gerisinde seyrediyor sinemamız. Onca filme rağmen halen emekle döneminde debeleniyor. Aynı konuları birbirinin kopyası şekilde işleyince seyircinin sabrını ve ilgisini de tüketiyor. Daha fragmanından tahmin eder hale geliyoruz neredeyse hepsini. Eksiklerine rağmen bu genel tarifin dışına çıkmayı başarabilen bir film Magi. En azından iyi niyetle deniyor.

Karacadağ iyi bir senaryo ile yola çıkmış. Seyircinin beklediği zıplatan sahneler bütünü yerine daha derli toplu bir konu anlatma derdinde. Roman olsa çok ilgi çekebilecek ve keyifle okunacak bir konu var ortada. Araştırma safhasında kendi referanslarını veren ve ilgiyi de arttıran, en önemlisi de üzerine çok kafa yorulmuş bir senaryo. Bu anlamda da türün çıtasını yükseltiyor. Rezil replikleri hariç tabi... Oyuncuları da iyi seçmiş ve en azından kağıt üstünde düşündüklerini uyguladığının sağlamasını yapabilmek mümkün. Geri kalan her şeyse bolca eksik ve elde kalıyor. 

Karacadağ onca filme rağmen halen türün gereklerini uygulamakta başarısız bir yönetmen. Teknik anlamda sürekle sınıfta kalıyor. Her yıl bir film çekmesine rağmen anlamsız seçimler yapmasını da insan yadırgıyor doğrusu. Magi de bu eksiklerden nasibini almış elbette. Kamera açılarını, planı, sekansı geçtim, atmosferi kuramıyor yönetmen. Renk paleti seçimi çok kötü ve filmden uzaklaştırıyor seyirciyi. Üstüne bir de koca İstanbul’da izole olma hali var ki, o tonlarla olmuyor. Müzik kullanımı da başarısız ve yeri geldiğinde son sesle hoparlörleri bağırtmaktan ibaret. Efekt konusuysa hiç girmesek daha iyi... Hadi bunları kabul ettik diyelim bir şekilde. Ya o dublaj ne yahu? Neden altyazılı değil de dublaj? Tamam iyi bir seslendirme kadrosu kurulmuş ama duyguyu öldürmüş. Her şeyi aşırı mantıklı, heyecansız hale getirmiş. Karakterlerle de mesafeyi çok açıyor. Sonuç olarak sinematografisi, kuramadığı atmosfer ve suni dublaj yüzünden bir türlü içine girilemeyen kötü bir film Magi. Dünya standartlarını yakalamak için kadroyu starlarla doldurmaya değil doğru seçimlere ihtiyaç var.


Işıklı Ev : Hatıraların Esansı

$
0
0
Sürekli boğuştuğumuz hatıraları hafızamıza objelerle, kokularla alırız. Unutamadığımız o kokular sayesinde yaşatırız içimizde. Her seferinde yeniden yüzleşirken objelere dokunuruz sanki zaman makinesiymiş gibi. Yanımızdan ayırmayız. Tüm uyarılara, bir şeylerin ters gideceğini hissetmemize rağmen bu anlarda çaresizizdir çoğu zaman. Futh ve Ester gibi… Alison Moore’un şahane novellası “Işıklı Ev” o anları anlatıyor.

İlk kez dilimize çevrilen yazar 1971 Manchester doğumlu… Öyküleri çeşitli dergilerde ve antolojilerde yer almış. İlk öykü kitabı “The Pre-War House” ile Bridport ödülü, Manchester Kurgu ödülü ve Scott ödülü adayı olmuş. İlk romanı “The Lighthouse” ile yayımlandığı yıl 2012’ye damga vurmuş. Edebiyat dünyasının en prestijli ödüllerinden Man Brooker ve National Book ödüllerinde “Yılın en iyi yeni yazarı” adayı olurken, 2013’te McKitterick ödülünü kazanmış. Observer dergisine göre de 2012’nin en iyi romanı “The Lighthouse”ın yunanca çevirisi de “Hellenic American Union Literary Translation Prize 2014” ile taçlanmış. Levent Göktem’in çevirisiyle dilimize kazandırılan “Işıklı Ev” aldığı övgülerle yazarın adını dünyaya duyuran roman. The Guardian yazarlarından Jenn Ashworth “Leziz bir şekilde sarsıcı… Kaçınılmaz felaketi sürekli hissetmek ve beklemek dayanılmaz hale geliyor.” diyerek özetlemiş. 2014’te yayınlanan ikinci romanı “He Wants” ile çıkışını sürdüren Moore’un üçüncü romanı “Death and the Seaside”ın Ağustos ayında yayımlanması merakla bekleniyor diyerek “Işıklı Ev”e dönelim... 

Bir yaz günündeyiz, İngiltere’den Avrupa’ya geçen bir feribotun güvertesinde... Eşinden boşanmasının ardından tatil için yola düşen Futh ile tanışıyoruz. Her şeyi günü gününe eksiksiz planlamış, güzergâhını belirlemiş, otel rezervasyonlarını yaptırmış. Almanya’ya yürüyüş yapmaya gidiyor. Bir hafta boyunca günde en az yirmi beş kilometre yürüyecek. Feribotta tanıştığı yolcu ile sohbete dalıyor ve onu yolu üzerindeki evine bırakmayı teklif ediyor. Tam bu sırada yeni arkadaşı “Senin de bazen içine bir şeylerin ters gideceğine dair bir his doğuyor mu?” diye soruyor. “Hani böyle bir şeyler olacağına dair kötü bir his?” Futh, “Tabii ki,” diye cevaplıyor ve her şeyini gözden geçirmeye, sorgulamaya başlıyor. Tüm hayatını, çocukluğunu, ilişkilerini gözden geçirdiği yolculukta ona eşlik ediyoruz. Yanından ayırmadığı deniz feneri şeklinde gümüş parfüm kutusu gibi... 

Hellhaus Oteli’ndeyiz... Ester ile tanışıyoruz. Odaları temizlemeyi bitirince bara inip ilk içkisini içmeyi âdet edinmiş. Kocasının baskısı altında nefessiz kalmış kadının kendi özgürlük alanını yaratmasına şahit oluyoruz. O da her şeyini gözden geçirmeye, sorgulamaya başlıyor. Hayatını, çocukluğunu, ilişkilerini gözden geçirirken ona da eşlik ediyoruz. Yanından ayırmadığı ahşap deniz feneri kutusu gibi... 

İki kahramanının öyküsünü bir arada işleyen Moore, harika bir atmosfer yaratmış. Ağır ağır, duru bir anlatımla okurunu ilk sayfalardan itibaren tatmin ediyor. Gergin atmosferini hayranlık uyandıran bir melankoli ile harmanlamış. İnce ayrıntılardan, kokulardan, simgelerden faydalanarak harika bir kurguyla derinleştiriyor. Gerçekçi ve çok akıcı... Ortaya müthiş bir okuma hazzı çıkmış. Allayıp pullamadan anlatıyor, süslemiyor, karakterlerine de mesafeli, sevip sevmememizi de umursamıyor. Zaten Futh de sevmesi mümkün olmayan biri. Silik, aciz, yaşamla ilgisi olmayan çok sıradan bir adam... Karısının onca söyleminden sonra ancak boşanmanın ardından ehliyet alacak kadar sığ bir adam. Yaşadıklarını sorguladıkça okurun onun yerine isyan edeceği, “iki tokat atayım da kendine gelsin” diye düşüneceği bir adam. Özellikle romanın atmosferi ile çok daha etkili bir sönüklük onunkisi... Ester ise denge unsuru, hafifletici bir karakter onun yanında. Cinselliği sayesinde romanın atmosferini yaratan kadının öyküsü de Futh’e paralel olsa da en azından o kaçış noktasını bulabilmiş, kendince isyanı var.

“Fener her üç saniyede bir çakar ve elli kilometre uzaktan görülebilir. Sisli havalardaysa sis düdüğü kullanılır.” diyor Futh’un babası ve ekliyor “Deniz feneri inşa edildikten sonra bile gemiler karaya oturuyordu.” İnsanlar da öyle diyor Moore, onlar da karaya oturur. Hayatlarındaki kırılma anlarıyla yüzleşmek için kokuları stoklar, objelere sığınır. Hatıraların esansı da kötü kokar. Hayatlarında çakan fenerleri göremeyen, düdükleri duymayan Futh ve Ester’in karaya oturmalarını anlatan şahane bir novella “Işıklı Ev”... Çok iyi bir yazarla tanışmanın hazzı da cabası. 

Işıklı Ev - Alison Moore
Özgün Adı: The Lighthouse 
Çeviren: Levent Göktem
Kırmızı Kedi Yayınevi, Ağustos 2015
Sayfa: 168 
Fiyatı: 12 TL  

Begüm Tarako, '7'nin Kapılarını Roxy'de Aralıyor!

$
0
0
Aralık 2012’de yayınladığı ‘Aklımın Oyunları’ isimli ilk albümünün ardından yepyeni albümü ‘7’ ile müzik yolculuğuna devam eden Begüm Tarako, albümün ilk konseri ile 18 Mayıs Çarşamba akşamı Roxy sahnesinde olacak!

Geçtiğimiz aylarda DMC etiketiyle yayınlanan ‘7’ albümü, her alandaki içeriğin ve içerikteki derinlik duygusunun önemsizleştiği günümüzde, akışın aksine, birkaç yan daldan beslenen zengin bir kurguyla karşımıza çıkıyor. 

Albüm; ‘İnsanın alacası’ ekseninde ilerleyerek, içsel bir arayışı ve hesaplaşmayı irdeleyen ‘7’ yazıdan oluşuyor. Bu yazılardan doğan şarkı sözleri ve bu sözlerin görsel yansımaları olan illüstrasyonlar birer “soundtrack” olma özelliği taşıyor. Post-rock ve indie etkilenimli müzik örgüsüyle, dinleyicisini, şarkıların kişisel anlamlarıyla sarmalayarak kendi hayal dünyasını paylaşmaya davet ediyor.

Yapısıyla farklı bir deneyim sunmayı amaçlayan ‘7’ aynı zamanda, şarkıların yaratım süreçlerini keşfetme olanağı sağlarken, ‘sessiz’ cümlelerin seslerini aktaran bir dinleti niteliğinde.

Prodüktörlüğünü ve proje tasarımını Begüm Tarako’nun üstlendiği albümde; Burak Irmak (analog synthesizer), Bülent Şenkul (elektrik gitar), Kadir Keskin (bas) ve Nedim Ruacan (davul) eşlik ediyor.

Editörlüğünü Serkan Murat Kırıkçı’nın yaptığı ‘7’ nin hikaye kitabının, kapak ve tema illüstrasyon çalışmaları ise Merve Özyılmaz’a ait.

Önümüzdeki günlerde yepyeni klip çalışmasıyla da dikkat çekecek olan ‘7’nin hayal dünyasına kapılıp gitmek için kapılar 18 Mayıs Çarşamba akşamı Roxy’de aralanıyor…

‘7’ albümü / iTunes: https://itunes.apple.com/tr/album//id1055593069?l=tr
  
Biletler Bileitx’de!  

www.begumtarako.com
facebook.com/BegumTarakoOfficial 
twitter.com/begumtarako   


Kitap Yayınevi’nden Mayıs Yenileri

$
0
0
Kitap Yayınevi Mayıs ayını iki kitapla karşılıyor. Ayşe Ozil’in Rum tarihi üzerinden Osmanlı’da cemaat kavramını sorguladığı “Anadolu Rumları - Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Döneminde Millet Sistemini Yeniden Düşünmek” Tarih ve Coğrafya Dizisi’nden çıkarken, Dostoyevski’nin ölümünden dört yıl önce 1877 yılında kaleme aldığı ve yapısı itibariyle diğer romanları ve öyküleri arasında çok önemli bir yere sahip olan eseri “Gülünç Bir Adamın Düşü”de Helikopter etiketiyle raflarda.

Anadolu Rumları
Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Döneminde Millet Sistemini Yeniden Düşünmek
Bu kitap Rum tarihi üzerinden Osmanlı’da cemaat kavramını sorguluyor. Millet sistemi olarak da bilinen ve gayrimüslimleri Osmanlı toplumunun dışında, kendi içlerine kapalı yekpare bir bütün olarak gören geleneksel cemaat kavramının tartışıldığı bu inceleme, Rum tarihinin çok-yönlülüğünü belgeleyerek hem son zamanlarda yapılan eleştirel çalışmalara eklemleniyor hem de bu çalışmaları bir adım ileri götürüyor. Somut pratiklere dayanan çalışmanın odağında, üst sınıflardan çok, köy ve kasaba halkı ve yerel idareciler yer alıyor. Osmanlı, Rum, Yunan ve İngiliz arşiv belgelerinin karşılaştırmalı bir incelemesiyle konuya yeni bir bakış açısı sunan bu kitap idari, mali, adli ve hukuki alanları bir araya getirerek Rumları Osmanlı tarihine yerleştirmeyi ve Anadolu geçmişini daha derinlemesine anlamayı amaçlıyor. 19. yüzyılın ikinci yarısından Birinci Dünya Savaşı’na kadar olan dönemi ele alan çalışma Osmanlı’da modernleşme ve ulusçuluk meselelerine de farklı bir ışık tutuyor. Ayşe Ozil Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. Doktora eğitimini Londra Üniversitesi Birkbeck College’da tarih alanında tamamlamıştır. Princeton ve Leiden Üniversitelerinde doktora sonrası çalışmalar yapan yazar halen Sabancı Üniversitesi’nde tarih dersleri vermektedir. Araştırma alanları 19. yüzyıl Osmanlı tarihi, Rum cemaatleri, modernleşme, milliyetçilik ve şehirleşmedir. Ulusal ve uluslararası kitap ve dergilerde yayımlanmış makaleleri, Yunanca ve İngilizceden yaptığı çevirileri vardır.

“Rum ‘cemaat’inin homojen bir bütün olmadığını gösteren yeni tarihyazımına farklı bir katkı sunan bu çalışma son derece sağlam temeller üzerinden yeni bir ufuk açıyor. Osmanlı ve Rum tarihinin önemli bir dönemine mükemmel bir katkı sağlıyor. Yalnızca bu alanın uzmanları değil, daha geniş kesimlerce de okunması gereken bir inceleme.”
International Journal of Turkish Studies, Katherine Fleming, New York Üniversitesi, ABD

“Bu çalışma Osmanlı’nın son döneminde gayrimüslim topluluklar için çizilen sınırları sorguluyor. Ayşe Ozil Osmanlı gayrimüslim cemaatlerinin yalıtılmış yekpare bütünlüğünü tartışarak Osmanlı Rumlarının çok-katmanlı tarihini gözler önüne seriyor ve millet sistemine yeni bir bakış sunuyor.”
Historein, Haris Exertzoglou, Ege Üniversitesi, Yunanistan

“Ayşe Ozil, bu çalışmada bir kısmı şimdiye kadar hiç ele alınmamış çok zengin bir arşiv malzemesini büyük bir beceriyle inceliyor... Kitabın tarihyazımına en önemli katkılarından biri cemaatlerin tüzel kişilik meselesidir.”
Journal of Modern Greek Studies, İpek Yosmaoğlu, Northwestern Üniversitesi, ABD
Yazar: Ayşe Ozil 
Çeviri: Ali Özdamar
Tarih ve Coğrafya Dizisi
1. Baskı: Mayıs 2016
220 sayfa, 30 TL


Gülünç Bir Adamın Düşü / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Ne zaman okusam Dostoyevksi’yi, çarın idam mangası önünde kurşuna dizilmeyi bekleyen o genç üniversite öğrencisi aklıma gelir; hayatında silinmez izler bırakan bu olay sinmiştir yazdığı her satıra. Rus aydınının umutsuzluğu, idealleriyle bunları gerçekleştirmeye soyunduğu toplum arasındaki derin uçurum ve herhalde sadece Rus aydınına has olmayan nihilizm, en alaycı göründüğü hikâyelerinde bile yankılanır. Bu kitaptaki hikâyelerde de öyle. “Berbat Bir Olay”da acımasız bir ironi vardır: tek amacı toplumunun mutluluğu olan bir aydın, topluma daha büyük elem verir sadece. Hayatı boyunca yazdığı belki de tek alaycı hikâye olan “Timsah”ta bile bu nihilizmin izleri vardır; okuduğunuzda acı bir umutsuzluk bırakır geride. Dostoyevski ya manevi bir kurtuluşu vazeder, ya da kurtuluş olmadığını, ama her halükârda umutsuzluk ebedidir. Sanırım insanlığın kaderi hakkında gerçek bir umut ışığı yaktığı tek anlatısı, son hikâyesi olan “Gülünç Bir Adamın Düşü”dür: insana has bütün o zulmeti biz yarattık; oysa yardımı esirgediğimiz o küçük kıza elimizi uzatmak yeter karanlıktan kurtulmak için.
Türkçesi: Hazal Yalın
Helikopter Yayınevi
1. Baskı: Mayıs 2016
312 sayfa, 17,50 TL


Sel Yayıncılık'tan Mayıs Yenileri

$
0
0
Sel Yayıncılık Mayıs ayını altı harika kitapla karşılıyor. Eduardo Galeano’nun “ölmeden önce okunması gereken kitaplar” listelerinin gediklisi de olan ve uzun süredir baskısı bulunmayan muhteşem üçlemesi “Ateş Anıları”na nihayet kavuşuyoruz. Sevinçliyiz, şiddetle tavsiye ediyoruz. Uzun süredir çevirisini beklediğimiz, adını sık sık ödül listelerinde gördüğümüz İrlandalı yazar Joseph O’Connor da nihayet “Denizler Yıldızı” ile Türkçede. Peter-André Alt’ın “Kötünün Estetiği” dizisi ikinci kitap “Aydınlanma ve Psikoloji - Şeytanın Yeni Marifetleri” ile sürerken, “Tarihe Tanıklık” dizisi de Orhan Türker’in “Pera’dan Beyoğlu’na, İstanbul’un Levanten ve Azınlık Semtinin Hikâyesi” ile sürüyor. Enis Batur da “Gülmekten Ölmek” ile yeni bir deneme kuşağının ilk adımını atıyor: Çekmeceler Kitabı. Bir de tanışmamız var: Kerem Görkem ilk romanı “Aile Fotoğrafı” ile okur karşısında.


ATEŞ ANILARI I – YARATILIŞ * Eduardo Galeano
Eduardo Galeano, Amerika kıtasının tarihini rengârenk bir mozaik halinde anlattığı dev eseri Ateş Anıları Üçlemesi’nin birinci kitabı olan Yaratılış’ta, Eski Dünya ile Yeni Dünya arasındaki ilk çatışmaları ve ilişkilenmeleri yüzlerce hikâye halinde okurla paylaşıyor. 

Amerikan yerlilerinin yaratılış mitlerinden başlayıp Avrupalıların kıtaya gelişinin ilk iki asırlık tarihini anlatarak devam eden bu eşi benzeri olmayan anlatıda; ezilenlerin, susturulanların kayda çoğu zaman geçmemiş tarihi satır aralarından başkaldırıyor, unutturulmaya çalışılan acılar bütün gerçekliğiyle ortaya dökülüyor. 

Olgularla edebiyatın iç içe geçtiği Ateş Anıları Üçlemesi’nin bu ilk kitabında Galeano, tutkulu diliyle insanlığın kaybedilen, yok edilen olanaklarını gözler önüne sererek, “dünyanın vicdanı” olmaya devam ediyor.

EDUARDO GALEANO, Montevideo, Uruguay’da orta sınıf Katolik bir ailede doğmuştur. Çocukluğunda futbol oyuncusu olmak istemiş, gençliğinde birçok farklı işte çalışmıştır. On dört yaşında ilk politik çizgi romanı, Sosyalist Parti’nin haftalık yayın organı El Sol’da yayınlanmıştır. Gazetecilik kariyerine 1960’larda, Marcha’da editör olarak başlamıştır. 1973’teki askeri darbe sonucunda hapse atılmış, daha sonra da sürgüne yollanmıştır. Arjantin’e yerleşmiş ve bir kültür dergisi olan, Crisis’i çıkarmaya başlamıştır. 1976’da Arjantin’de Videla rejimi, askeri bir darbe ile iktidara gelince İspanya’ya kaçmak zorunda kalmıştır. Galeano, 1985 yılında geri dönebildiği Montevideo’da 13 Nisan 2015’te hayatını kaybetti. Yazarın, Ve Günler Yürümeye Başladı, Aynalar, Latin Amerika’nın Kesik Damarları, Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri ile Kadınlar isimli kitapları yayınevimiz tarafından yayımlanmıştır. Ateş Anıları Üçlemesi, Yürüyen Kelimeler, Tepetaklak–Tersine Dünya Okulu ve Zamanın Ağızları ise yayın programımızdadır.
Özgün Adı: Memoria del fuego 1 - Los nacimientos
Türkçesi: Süleyman Doğru
Çağdaş Dünya Edebiyatı / Deneme
381 sayfa, 28 TL


DENİZLER YILDIZI * Joseph O’Connor
Büyük Kıtlık’ın İrlanda’ya taşıdığı yozlaşmanın ve sosyal adaletsizliğin gölgesinden kaçmaya çalışan bir grup insanı yeni bir yaşama ve vatana kavuşturacak 26 günlük bir yolculuğun başrolünde, bordasında ölüm ve ıstırabın kol gezdiği Denizler Yıldızı vardır.

1847 yılında, İrlanda’dan son kez demir alacak Denizler Yıldızı, kasara altındaki onlarca göçmenine ve Birinci Mevki’deki soylu yolcularına New York’ta, geçmişin karanlık gölgelerinden fersah fersah uzak, yeni bir başlangıç vaat ederken, yakalarından düşmeyen geçmişlerine palamarlarla sıkı sıkı bağlanmalarına sebep olacaktır. Fakat bu heybetli gemi, sefer süresince misafir ettiği gizemli katiliyle pek çok yolcunun da mezarına dönüşecektir.

Sıradan cinayet romanı izleğini tersyüz eden bu ödüllü ve destansı anlatı, deneysel kurgusuyla çağdaş İrlanda edebiyatının seçkin bir örneği.

JOSEPH O’CONNOR, Dublin’de doğdu. Aralarında, Whitbread Ödülü’nün kısa listesine girmiş Cowboys and Indians, Desperadoes, The Salesman ve son olarak Redemption Falls’ın bulunduğu, geniş çevrelerce beğenilen ve çok satan on bir kitap yazdı. Yapıtları yirmi yedi dilde yayımlandı.
Özgün Adı: Star of the Sea
Türkçesi: Süha Sertabiboğlu
Çağdaş Dünya Edebiyatı / Roman
492 sayfa, 28 TL


AYDINLANMA VE PSİKOLOJİ - Şeytanın Yeni Marifetleri * Peter-André Alt
Peter-André Alt, Kötünün Estetiği dizisinin ikinci kitabı Aydınlanma ve Psikoloji’de “kötü” fikrini gotik romandan kara romantizme ve oradan da psikanalize taşıyarak derinleştirirken, akıcı üslubuyla merak ve heyecan uyandırmayı sürdürüyor. 

Ortaçağ’ın Şeytan’ı, mitin büyüsünün bozulmasıyla birlikte artık kuyruğundan ve boynuzlarından arınmış, insan biçimine dönüşmüştür. Aydınlanma’nın boş inanca karşı mücadelesinde aldığı bu yeni formla Şeytan, artık felsefenin ve edebiyatın konusu olan bir kötülük ilkesi, bir yoldan çıkma meselesidir. Goethe’nin Faust’undaki Mephisto örneğinde görüldüğü üzere insanın içindeki kötülükle Şeytan özdeşleşmeye başlar, Şeytan’la anlaşma ve Şeytan tarafından ele geçirilme konusu roman ve şiirin süzgeçlerinden geçerek en nihayetinde Freud ve Jung’un eserlerinde psikolojinin ve psikanalizin inceleme alanına girer. Modern Avrupa Tarihi’nin karanlık yüzünün güzelliği, hikâyesini sürdürüyor…

PETER-ANDRÉ ALT, 1960 yılında Berlin’de doğdu. 1995 yılında Çağdaş Alman Edebiyatı dalında profesör oldu; ilk olarak Bochum Üniversitesi’nde, sonrasında Würzburg Üniversitesi’nde görev yaptı. 2005 yılından beri Berlin Özgür Üniversitesi’nde profesör olarak ders vermektedir. 2010 yılında aynı üniversitenin rektörlüğüne seçilen Alt, ayrıca Cambridge ve Princeton Üniversiteleri başta olmak üzere pek çok üniversitede misafir öğretim üyesidir. Alt’ın uzmanlık alanı 17., 18. ve 20. yüzyıl Alman edebiyatı ve kültür tarihidir. Bu alanda, özellikle Erken Modern Dönem ve Weimar Klasisizmi’ne yakından bakan çok sayıda kitap ve makale kaleme almıştır. 2012 yılında Alman Schiller Topluluğu’nun başkanlığına getirilmiştir.
Özgün Adı: Ästhetik des Bösen
Türkçesi: Sabir Yücesoy
KÖTÜNÜN ESTETİĞİ II / Araştırma-İnceleme
134 sayfa, 12 TL


AİLE FOTOĞRAFI * Kerem Görkem
“Fotoğraflar masumiyeti sergiler, kendi yıkımlarına doğru ilerleyen hayatların zayıflığını gösterir ve fotoğraf ile ölüm arasındaki bu bağ, bir hayalet gibi bütün insan fotoğraflarının üzerinde gezinir.” 
Susan Sontag

Hayatımızdaki kırılma anlarını bize hatırlatan şeyler vardır.Kimi zaman bir koku, kimi zaman bir şarkı, bazen de bir fotoğraf o an ile özdeşleşir. Kerem Görkem, Aile Fotoğrafı’nda bir ailenin dağılışını farklı karakterlerin bakış açıları üzerinden ele alırken, bu süreci bir fotoğraf karesinin izini sürerek aktarıyor. 

Aile Fotoğrafı, ayna kenarına iliştirilmiş, süslü bir çerçeveye konmuş ya da cüzdan içine sıkıştırılmış; eski bir albüm içinde küflenmiş, bir sahafın tezgâhında birkaç kuruşa satılmayı bekleyen, sararmış, yıpranmış fotoğraflara bakarken, bir fotoğrafın içine gizlenen hikâyeleri keşfetme hissini kamçılayan bir ilk roman.

KEREM GÖRKEM, 1994 yılında Karabük’te doğdu. İstanbul Teknik Üniversitesi’nde Şehir ve Bölge Planlama eğitimi aldı. Öykü, deneme ve inceleme türündeki yazıları çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlandı. 23. Ali Teoman Öykü Ödülleri kapsamında “Bisiklet” başlıklı öyküsü ödüle layık görüldü. Aile Fotoğrafı, yazarın ilk kitabıdır.
Çağdaş Türk Edebiyatı / Roman
111 sayfa, 10 TL


GÜLMEKTEN ÖLMEK - Çekmeceler Kitabı 2002-2015 * Enis Batur
Enis Batur, Gülmekten Ölmek ile yeni bir deneme kuşağının ilk adımını atıyor: Çekmeceler Kitabı.

Özel Ansiklopedi ile Başkalaşımlar dizisinin arasında, iki çizgiye eşit mesafede, merak böceği seçtiği odaklara büyüteçle yaklaşıyor: Beckett ile Dağlarca, Kayık ve Sinek, Rimbaud’nun sedyesiyle yağmur sesleri, Bilge Karasu’nun Ankarası ile Orson Welles’in Kafkası yanyana, ortak bir ekseni katediyorlar.

Merkezde: Güldürenler mi deli, öldürenler mi ?

Edebiyat, Sanat, Felsefe: Sarmaşdolaş.

ENİS BATUR, Çekmeceler Kitabı altbaşlığıyla başlattığı yeni dizisi, tıpkı önümüzdeki dönemde yeni başlıklarla sürecek olan Özel Ansiklopedisi gibi yine yayınevimiz tarafından yayınlanacak. 2016-2017 diliminde, ayrıca, kısa bir anlatısı, bir Geceyarısı kitabının yanısıra Bu Kalem Bukalemun, Bu Kalem Melûn ve Bu Kalem Un(ufak)’ın genişletilmiş yeni baskıları da yayın programımızda.
Çağdaş Türk Edebiyatı / Deneme
174 sayfa, 15 TL


PERA’DAN BEYOĞLU’NA İstanbul’un Levanten ve Azınlık Semtinin Hikâyesi * Orhan Türker
Pera; kiliseleri, yabancı okulları, hastaneleri ve görkemli sefaret binalarının yanı sıra mağazaları, birahaneleri, lokantaları, pastaneleri, tiyatroları, lüks genelevleri ve barlarıyla da önemli bir merkezdi. Hıristiyan halkla İstanbul’un geleneksel Müslüman mahallelerinde yaşayan Türklerin kesişme noktasıydı.

Dolayısıyla Ankara merkezli yeni Cumhuriyet yönetiminin, 600 yıllık çokuluslu ve çokdinli Osmanlı İmparatorluğu’nu en kısa yoldan tek ırk, tek dil ve tek dinden oluşan bir Türk ulus-devletine çevirme çabasının hedefe ulaşması için, ele alınması gereken en önemli konulardan biri Türkleşmeye direnen Pera’ydı.

Pera halkının ve ekonomisinin millileşmesi için 1923’ten itibaren ortaya çıkan çalışma izinlerinin kısıtlanması, Varlık Vergisi, Yunan vatandaşlarının Türkiye’de oturmalarına ve çalışmalarına olanak veren Ankara Antlaşması’nın yürürlükten kaldırılması gibi sert yaptırımlar; "Pera"nın Beyoğlu’na, "Grand Rue du Pera"nın ise İstiklal Caddesi’ne dönüşmesine zemin hazırlamıştı. 6-7 Eylül ve Kıbrıs Olayları ise Pera için sonun başlangıcıydı.

Pera’dan Beyoğlu’na, İstanbul’un Levanten ve Azınlık Semtinin Hikâyesi, Pera’nın etnik ve ekonomik çehresinin millileşme ve Türkleşme aşamalarına birinci elden tanıklık ediyor. Özel arşivlerden derlenen fotoğraflar ve İstanbul’un Rumca basınına yansıyan haberlerle, unutulan bir yakın tarihi yeniden hatırlatıyor.

ORHAN TÜRKER, 1949’da İstanbul’da doğdu. Moda İlkokulu, Kadıköy Ortaokulu ve Marmara Koleji’nden sonra Gazetecilik Yüksekokulu’nu bitirdi. Özellikle Moda’da geçen çocukluk yıllarında Rumlarla yakın ilişkisi sonucunda küçük yaşta Yunanca öğrendi. Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu’nda çalışmasının yanı sıra ülkesel Yunanca tercüman-rehber kokardına sahip olması nedeniyle turizm alanında da faaliyetleri oldu. Türker’in çalışmaları İstanbul’dan Yunanistan’a göçmüş Rum okuyucuların da ilgisini çekmiştir. Galata’dan Karaköy’e Bir Liman Hikâyesi, 2008’de Yunancaya çevrilmiş, İstanbul Limanı’nın Hikâyesi adıyla basılmıştır. Yunanca ve İngilizce bilen yazar, İstanbul Rumları üzerine araştırma ve çalışmalarını Eşi Keti Proku Türker’in de desteğiyle Yunanca kaynaklardan sürdürmektedir. Orhan Türker’in bütün kitapları yayınevimiz tarafından yayınlanmaktadır.
Tarihe Tanıklık: 14 / Araştırma - İnceleme
160 sayfa, 15 TL


Vizyona Giren Filmler : 6 Mayıs

$
0
0
Altısı yerli on filmin vizyona girdiği haftaya bolluk bereket hakim ve her zevke göre film mevcut. Merakla beklenen kahramanlar “Kaptan Amerika: Kahramanların Savaşı”, 1978 Balgat Katliamı ve sonrasında meydana gelenleri anlatan “Ankara Yazı: Veda Mektubu”, yerli komedi “5 Dakkada Değişir Bütün İşler” ve yerli korku “İfrit'in Diyeti – Cinnia” haftanın öne çıkan filmleri. Werner Herzog imzalı “Çöl Kraliçesi”, Hintli matematikçi Iyengar'ın hikayesini anlatan “Sonsuzluk Teorisi”, festivallerin gözdesi “Yar1m”, yeniden çevrim gerilim “İşkence Odası”, engelli kavramına odaklanan “Adım Adım: Işığa Giden Yol” ve Orhan Eskiköy imzalı belgesel “Başgan” da diğer seçenekler. 



Kaptan Amerika: Kahramanların Savaşı / Captain America: Civil War
Yönetmenler: Anthony Russo ile Joe Russo
Oyuncular: Chris Evans, Robert Downey Jr., Scarlett Johansson, Sebastian Stan
Konu: Yenilmezler’in dahil olduğu bir olay istenmedik sonuçlara yol açınca politik baskı artar. Bu durum Yenilmezler’in iki gruba ayrılmasına neden olur; birinin başında Yenilmezler’in hükümet baskısı olmaksızın özgür bir biçimde insanlığı korumaya devam etmesini arzulayan Steve Rogers, diğerinin başında ise hükümet kontrolünü ve denetimini destekleyen Tony Stark vardır.



Ankara Yazı: Veda Mektubu
Yönetmen: Kemal Uzun
Oyuncular: Gürkan Uygun, İpek Tuzcuoğlu, Münir Can Cindoruk, Burçin Abdullah
Konu: Sıkıyönetim yıllarında, Ankara’da solcuların gittiği bir kahvehane taranır. Bu olay daha sonraları Balgat Katliamı olarak anılacaktır. Olaydan birkaç saat sonra, polis olayla bağlantısı olduğunu düşündüğü birçok ülkücü genci gözaltına alır. İçlerinde o sırada 20 yaşlarında olan Mustafa Pehlivanoğlu adında bir genç de vardır. İdam cezası alan Mustafa bir sabah, anne ve babasının haberi bile olmadan idam edilir.



5 Dakkada Değişir Bütün İşler
Yönetmen: Orçun Benli
Oyuncular: Bülent Şakrak, Haki Biçici, Kaan Turgut, Emre Altuğ, Ecem Özkaya Üstündağ
Konu: Sedat, Harun ve Cihan mahalleden arkadaş üç gençtir. Sedat, bahisten para kazanınca hayatlarında hiç pavyona gitmemiş olan Harun ile Cihan'ı bu büyük eksiklikten kurtarmaya karar verir. Şişede durduğu gibi durmayan içki o gece sadece Harun, Sedat ve Cihan'ın değil, bir şekilde onlara bulaşan herkesin hayatını değiştirecektir.



İfrit'in Diyeti - Cinnia
Yönetmenler: Özgür Özberk ile Şahin Yiğit
Oyuncular: Özgür Özberk, Gülşah Çomoğlu, Fahri Öztezcan, Kirkor Dinçkayıkçı
Konu: Üç genç arkadaş Cin temalı bir korku filmi yapmaya karar verirler. Kendilerine sağlam bir hikâye bulmak isteyen gençler o civarda yaşayan bir Mühr-ü Vekil’in kapısını çalarlar ve o andan itibaren aradıkları korku hikâyesinin asıl oyuncuları olacaklarını bilmeden kendi korku verici hikâyelerinin dehşetini yaşarlar. Cinnia: İfritin Diyeti filmi insanların bedel ödemelerinin en korkutucu halini gözler önüne seriyor.



Çöl Kraliçesi / Queen of the Desert
Yönetmen: Werner Herzog
Oyuncular: Nicole Kidman, James Franco, Robert Pattinson, Damian Lewis
Konu: Meraklı ve maceracı bir kadın olan Gertrude, İngiltere’nin dışındaki hayatı görmek istediği için elçilikte görevli olarak Tahran’a gider ve burada elçilik sekreteri Henry Cadogan’a aşık olur. Bu aşk yanlış anlaşılmış kişilerle birlikte hayat boyu sürecek bir maceranın başlangıcı olur. Bu macerada yolu T. E. Lawrence ve Osmanlı İmparatorluğu’nda görev yapmakta olan general Charles Doughty – Wylie ile kesişir.



Sonsuzluk Teorisi / The Man Who Knew Infinity
Yönetmen: Matt Brown
Oyuncular: Dev Patel, Jeremy Irons, Toby Jones, Jeremy Northam, Stephen Fry
Konu: Hindistan'da zor şartlarda yaşamını sürdüren Srinivasa II. Dünya savaşı esnasında Cambridge Üniversitesi'ne kabul edilir ve burada, hocası G.H. Hardy'nin de teşvikiyle matematik teorileri ve kuramlarının önde gelen isimlerinden biri olur.



Yar1m
Yönetmen: Çağıl Nurhak Aydoğdu
Oyuncular: Eca Tatay, Serhat Yiğit, Recep Yener, Hülya Böceklioğlu
Konu: Fidan 15 yaşında bir köy kızıdır. Ailesiyle birlikte Doğu’da bir dağ köyünde yaşamaktadır. Babası, kızını tanımadıkları bir aileye gelin olarak verir. Fidan’ı almaya gelen aile, Ege’de yaşamaktadır. Fidan hayatında ilk kez uzun bir yolculuğa çıkar, yolculuk sonunda kocası olacak adamla tanışır. Salih, zekâ geriliği olan bir çocuktur. Fiziken 35 yaşında olsa da, gerçek yaşı Fidan’dan da küçüktür.



İşkence Odası / Martyrs
Yönetmenler: Kevin Goetz ile Michael Goetz
Oyuncular: Troian Bellisario, Bailey Noble, Kate Burton, Caitlin Carmichael
Konu: 10 yaşındaki Lucie tutsak alındığı, depodan kurtulmayı başarır. Lucie, ona sahip çıkan yetimhanede Anna adlı bir kızla tanışır. Geçmişinin izlerinden Anna sayesinde yavaş yavaş kurtulmaya başlar. Ancak kolay kolay kapanmayacak bu izler, 15 yıl sonra Lucie’yi intikam almaya yöneltecektir. Ona tüm bu acıları yaşatan adamı bulduğunda ise çok daha büyük bir kâbusun içine düştüğünü fark edecektir.



Adım Adım: Işığa Giden Yol
Yönetmen: Sinan Uzun
Oyuncular: Haldun Dormen, Asuman Dabak, Can Filiz, Yüksel Ünal
Konu: Eski bir balet olan Şevket’in hayatı, oğlu Tolga’nın görme engelli kızı Ayşen’i ona bırakmasıyla bir anda karmakarışık olur. Yaşama müzik ile tutunan Ayşen’e kendini adayan Şevket, bu umut yolculuğunda çok farklı hayatlarla karşılaşır. Şevket, kariyerinin zirvesinde geçirdiği trafik kazası ile her şeyi tepetaklak olan Gökhan, engelini kabul edemeyen Can, toplum ve önyargılar ile azimle “Adım Adım” mücadele etmeye karar verir.



Başgan
Yönetmen: Orhan Eskiköy
Konu: Belgesel film, Kıbrıs sorununa çözüm arayan Arif Salih Kırdağ'ın öyküsünü anlatıyor. Kıbrıslı Türkler, güneyi Avrupa Birliği'nde olan Kıbrıs'ın kuzeyinde Avrupa Birliği'nin "kontrol altında olmayan" topraklarında yaşamaktadır. Arif Salih Kırdağ, Rumlarla Türkleri yeniden bir devlet çatısı altında toplayarak, 40 yılı aşkın süredir devam eden Kıbrıs Sorunu'nu çözeceğine kendini fazlaca inandırmış ve buna destek ararken kendi gerçekliğini kaybetmiş bir politikacıdır.


Martyrs : Acısa da Öldürmez

$
0
0
Korku gerilim sineması vcd-dvd formatının dünyaya yayılmasıyla tek merkezli olmaktan çıkmış ve her ülkenin türe katkı vermesini sağlamıştı. Doksanlı yıllarda uzakdoğu örneklerinin damga vurduğu türe İkibinli yıllarda Avrupa kıtası hakim olmaya başlarken en ilgi çekici atak Fransızlardan gelmişti. Kan ve şiddet kullanımı bakımından ziyafete dönüşen filmlerin yaratıcıları soluğu Hollywood’da alıp düşüş yaşasalar da o dönemin filmleri artık birer klasik olarak kabul görüyor. İçlerinden bazıları da zaman içerisinde kült mertebesine ulaşmış durumda. Pascal Laugier’in 2008 yapımı “Martyrs”i de o kültlerden biri. Yönetmeni Hollywood’a transfer etmek yetmemiş olacak ki, filmi de rahat bırakmamışlar.  Amerikalıların altyazılı izlemeyi sevmediği bahanesine sığınarak klasikleri yeni kuşağa kazandırmak için giriştiği yeniden çevrim furyasının şimdilik son örneği olarak yeniden yorumlanmış hali aynı adla vizyonda...

Laguier demişken... 2004’te ilk filmi “Saint Ange” ile vasat bir başlangıç yapan yönetmen dört yıl sonra “Martyrs” ile ödül avcısına dönüşmüş ve yıla damga vurmuştu. Kan kullanmaktan çekinmeyen, işkenceyi de bir sınır olmadan işleyen film tam bir kabus olmuştu izleyicisine. Halen ilk kez izleyecek olanlar için eşsizliğini ve tazeliğini koruyor. Bundan sonra ne yapacak diye merak ettiğimiz Laguier ise soluğu Hollywood’da alarak 2012’de “The Tall Man” ile hayal kırıklığı yarattı ve o gün bugündür ses yok. Neyse biz dönelim 2016 yılına... Yeniden çevrimin senaryosunu Mark L. Smith kotarırken yönetmen koltuğundaysa Kevin ve Michael Goetz oturuyor. 2006’da yazıp yönettiği “Séance” ile ilk sınavında sınıfta kalan Smith sonrasında senarist olarak devam etmiş bir isim. 2007’de “Vacancy”nin getirdiği ünü biraz olsun kullanarak filmini de yeniden pazarlama şansına eriştikten sonra Joe Dante imzalı eğlencelik “The Hole” ile aile eğlenceliğine yönelmiş ve kaybolmuştu ortadan. Stüdyonun ona altı yıl sonra iş vermesini de “hem korku yazdı hem de aile eğlenceliği o zaman tam bize göre” diye düşünmüş olmalarına yorabiliriz. Goetz kardeşlerin neden seçildiğiyse belli. 2013 yılında “Scenic Route” ile attıkları imza hâlâ sıcak. Troian Bellisario, Bailey Noble, Kate Burton ve Caitlin Carmichael’ın başını çektiği oyuncu kadrosunaysa hiç itirazımız yok. 

Lucie ile tanışıyoruz... Tutsak alındığı gözlerden uzak bir depodan kurtulmayı başarır. Ona sahip çıkan yetimhanede kimseler ona inanmıyordur. Anna hariç... On yaşındadır henüz, yaşadıklarının doğurduğu travmayı atlatamıyordur bir türlü. Günümüze geldiğimizde de değişen bir şey yoktur. İzler kapanmamıştır. Rahatlamak için bir şeyler yapmalıdır. Tüfeğiyle bir eve dalarak rahatlayacağını düşünse de daha büyük bir kâbusun içine düştüğünü fark eder... 

Orjinal filmi izleyenler zaten konuyu biliyordur. İyi bir senaryo var ortada. Üç bölümden oluşan film, önce şüphe tohumlarını ekiyor. Sonra ev basması ile şiddeti gösteriyor. Üçüncü bölümdeyse rahatsız edici sahnelerle sebepleri açıklamaya girişiyor. Gücünü kan ve şiddetten alıyor. Çekimleri yirmi gün bile sürmeyen yeniden çevrimin yönetmenleri “Orijinal film kadar şiddet ve kan içermiyor.” diyerek her şeyi özetlemişler. Orijinal filmin soft versiyonu yapılmış. Psikolojik olarak seyircinin üzerine çökmeyen, suya sabuna dokunmayan bir film çekmişler. Bu da bir yere kadar idare ediyor. İyi başlıyor, şüphe bölümünü ve ev basmasını iyi işliyor yeniden çevrim ama sonrasında tıkanıyor. Spoiler vermeden belirtelim, her şeyin arkasında bir topluluk vardır ve tüm sorular tatmin edici şekilde cevaplanır orijinal filmde. Yeniden çevrimin en sorunlu noktası da tam burası... Kan ve şiddetten uzak durunca her şey dekor malzemesi gibi kalıyor. Görmemiz gereken kötüler neredeyse iyi gibi. Lucie’yi bu kadar korkutacak bir şey yapmış olamazlar gibi görünüyor. Meraklı bir kaç kaçık gibi duruyorlar. Temposu ve gerilim dozu yerinde olsa da ilgi çekici konusuyla ilerlese de tıkanıyor bu yüzden yeniden çevrim. Sırf her yaş grubu izlesin diye bu kadar soft hale getirmenin sonucu da hüsran oluyor. En azından sansürlü, temizlenmiş bir versiyon olabilseydi keşke. Kan ve şiddeti çıkarınca geriye düz bir hikâye kalmış. Tüm albenisi de gitmiş kaçınılmaz olarak. Orijinal filmin yanına bile yaklaşamıyor.   



Dünyanın Yaşayan En Büyük Öykü Yazarı Alice Munro’dan İki Yeni Öykü Kitabı

$
0
0
Dünyanın yaşayan en büyük öykü yazarı diye tanımlanan Nobel Ödüllü yazar Alice Munro’nun iki öykü kitabı “Castle Rock Manzarası” ve “Gençlik Arkadaşım” Can Yayınları etiketiyle raflarda…

Castle Rock Manzarası 
“Buranın coğrafyası geçmiş olayların kaydı gibidir.”

“Kiraz çiçekleri bana Miriam McAlpin’in tarlasındaki ağaçları düşün-dürdü.  Çiçek açtıklarında bakmak istiyordum onlara.  Sadece bakmak da değil –sokaktan bakılabilirdi– o dalların altına girmek, başımı ağacın gövdesine yaslayıp yere uzanmak ve sanki kafatasımdan çıkarmış gibi yükselişini, yükselip tepetaklak bir çiçek denizinde kayboluşunu görmek istiyordum.” 

Dünyanın yaşayan en büyük öykü yazarı diye tanımlanan Alice Munro, bu kitabında çok farklı bir biçem deneyerek kısa öykülerinden oluşan bir anı-roman sunuyor okuyucularına. Gerçekle kurgunun sarmalından oluşan sürükleyici bir yapıt.

İskoçya asıllı atalarının 18. yüzyılda Kanada’ya göç etmesiyle başlayan aile tarihçesi 

Munro’nun günümüzdeki yaşamına kadar uzanıyor. Her öykü başlı başına bir birim olsa da, aslında bir zincirin halkalarını oluşturuyor. 

O halkalar boyunca ilerleyerek iki yüz yıl içindeki toplum yapısını, toplumun değer ölçülerini, insan ilişkilerini, giderek değişen üretim ve tüketim biçimlerini, kısacası insana dair bütün özellikleri eşsiz biçemiyle aktaran bir yazarın ustalığına hayran kalıyoruz.

Gençlik Arkadaşım
“Öleceğimize asla inanmıyormuşuz gibi yaşıyoruz hayatı.”

“Ne yaparlarsa yapsınlar muhtemelen ölecekti, zira menenjiti vardı. Babanın içip içip sarhoş olmadığı ve anne babanın sürekli kavga etmediği bir evde üzerine titrenen bir bebek olsaydı dahi ölebilirdi; muhtemelen her durumda ölecekti.” 

Olaylara ve insanlara çok farklı açılardan ve perspektiflerden bakabilen Alice Munro’nun bu bakış açısıyla yazdığı öyküler, dünyanın hangi coğrafyasında ve toplumunda olursa olsun bütün insanların ortak özünü yakalamayı başarıyor.

Gençlik Arkadaşım’daki on öykü; insanların geçmişlerinden bugüne uzanan etkileri, bu etkileri farklı kişilerin yaşamını biçimlendirişini, çok eskilerde kalmış çiftlik yaşamlarını ama öncelikle insan ilişkilerini ve insanların bir yandan başkalarıyla yüzleşmelerini Munro’nun benzersiz anlatımıyla aktarıyor.

Kanada’nın çetin ikliminde yaşananları okurken, nerede olursanız olun, anlatılanlara hiç yabancılık duymadan, kendinizi öykülerin sürükleyiciliğine kaptıracaksınız.

Yeni tanışanlar için ALICE MUNRO
1931’de Ontarino’da doğdu. Kanadalı eleştirmenlerin “Bizim Çehov’umuz” diye tanımladıkları usta hikâyecinin Dance of the Happy Shades (Mutlu Gölgelerin Dansı, 1968); Something I’ve Been Meaning to Tell You (Sana Söylemek İstediğim Bir Şey, 1974); The Beg-gar Maid (Fakir Hizmetçi,1978); The Moons of Jupiter (Jüpiter’in Ayları, 1982);The Progress of Love (Aşkın Gelişimi, 1986); Gençlik Arkadaşım (1990); Open Secrets (Aleni Sırlar,1994); Çocuklar Kalıyor (1998); Nefret,Arkadaşlık,Flört,Aşk, Evlilik (2001); Firar (2004); Castle Rock Manzarası (2006); Bazı Kadınlar (2009); Sevgili Hayat (2012) dışında Lives of Girls and Wom-en (Genç Kızların  ve Kadınların Yaşamı, 1971) adlı bir romanı yayımlandı. Munro yazarlık kariyeri boyunca, Kanada’da Governor General, Uluslararası Man Booker, Marian Engel, Trillium Edebiyat; Rea Öykü, PEN/Malamud, Giller, Libris ve O. Henry gibi birçok ödüle layık görüldü. Ayrıca 2013 Nobel Edebiyat Ödülü’nün de sahibi oldu.

Castle Rock Manzarası / Alice Munro
Çeviri: Roza Hakmen
Tür: Öykü  
Sayfa sayısı: 350 Sayfa
Fiyatı: 26 TL
Yayın tarihi: 10 Mayıs 2016

Gençlik Arkadaşım / Alice Munro
Çeviri: Erhun Yücesoy
Tür: Öykü  
Sayfa sayısı: 359 Sayfa
Fiyatı: 27,5 TL
Yayın tarihi: 10 Mayıs 2016


Tekin Yayınevi’nden Mayıs Yenileri

$
0
0
Tekin Yayınevi Mayıs ayını beş yeni kitapla karşılıyor. Elvis Peeters’in prestiji ödüllere aday gösterilen romanı “Sayısız”, Modern İsrail şiirinin büyük ismi Yehuda Amihay’ın şiir kitabı “Tanrı Belki Esirger Aşkı”, Hasan Öztoprak’ın on yıl aradan sonra yazdığı romanı “Kaderin Bir Cilvesi”, Gönül Çatalcalı’nın öykü kitabı “Tutunmak” ve Emrah Cilasun imzalı “Fırtınalı Yıllarda İbrahim Kaypakkaya” 13 Mayıs’tan itibaren raflarda. 

Bir de hatırlatma; Elvis Peeters 8. İTEF - İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali kapsamında 8-15 Mayıs tarihlerinde Türkiye’de olacak.

Alisa Ganieva’nın çağdaş Dağıstan ve Rus edebiyatına attığı sağlam bir halat olan romanı “Bayram Dağı”, Kurtul Gülenç’in çağımızdaki problemlere etik ve politik düzeyde ışık tuttuğu “Marksizmde Ahlak Tartışmaları”, Andrew M. Sharp’ın dinlerin tarihsel alışverişleriyle ilgili temel bir bakış sunan çalışması “Postmodern Çağda Ortodoks Hristiyanlar ve İslamiyet”,  Kemal Şahin’in temel hak ve özgürlüklerin ihlalini gözler önüne serdiği “Peder Bey’in Yargısı” ve Simla Yerlikaya’nın IŞİD’in nasıl güçlendiğini, işgal ettiği topraklarda yaşanan dev göç dalgasını, bölgenin kaderini değiştirecek dinamikleri yerinden gözlemler ve röportajlarla anlattığı “Şehirler Düşerken” de Nisan ayın yeni kitapları olarak raflarda.

Sayısız - Elvis Peeters
(Savaş Tanrısına Sunulan Kurbanlar, Yeni Dünyanın Esirleri: Mülteciler)

“Gerçek tüm çıplaklığıyla ortadaysa ona ilave edilecek fazla bir söz yoktur.”

Aylardır bu gerçek daha da soyunuyor gözlerimizin önünde, modern dünyada savaş tanrısına sunulan kurbanlar, yani mülteciler, yani ülkesinden sürülenler, yani evsiz barksız bırakılanlar, yani hayatsız, susuz, soluksuz kalanlar. Peki, biz hangi gerçekliğin içinde yaşıyoruz? Bizim rahatımız kaç kişinin uykusuzluğuna, hayatımız kaç kişinin ölümüne mâl oluyor? Sayısız, neşteri tam yerine saplıyor.

Hayatını işgal etmekten kaçınmadığımız herkes bir gün gelir bizim hayatımızı işgal eder. Kişisel ilişkilerinin değişmez kuralı halklar için de geçerli. Ülkeleri işgal edilirken ses çıkarmadığımız halklar Avrupa’nın dört bir yanına yayılıyor. Tam yerinde öngörülmüş bir felaket akıyor Sayısız’ın satırları boyunca. Refahını sağlama almak isteyenlerle hakkını isteyenler arasındaki bitmeyen kavgaya tanıklık edeceksiniz Elvis Peeters’in gerçekçi gözleriyle.

Yaşlı bir adama kendi hayatını sorgulattığı ve koca bir ömürden arta kalanlarla toplumsal, siyasal meselelerin birbirine nasıl bağlandığını ustalıkla gösterdiği kitabı Herhangi Bir Gün’ün ardından, Elvis Peeters’in ele aldığı meseleyi fevkalade ustalıkla anlattığı Sayısız’da hiçbir yapmacıklık göremezsiniz. Öyle ki kitabı okurken bir anda kaygılı bir küçük burjuvaya dönüşür, hemen sonra hayatını korumaya çalışan bir mülteci oluverirsiniz. 

“Aç kalan ve yiyecek bir şeyi olmayan biri için suç sözcüğü ne ifade eder?"

Burjuvazinin üzerinde bir hayalet dolaşıyor, hatta dolaşmakla kalmayıp cisme kavuşuyor, bahçelere, evlere, orta sınıf ailelerin konforlu hayatına giriyor. Sayısız, dünya ülkelerinin eşitsiz gelişiminin, Batı’nın zenginleşip semirmesinin sonunu işaret ediyor bize.

Mülteciler ellerinden alınanları parça parça da olsa toplamak üzere geri geliyor… 

Elvis Peeters, müthiş gözlem yeteneği ve olanı olduğu gibi anlatmadaki cesaretiyle günümüzün realist romanına kuşkusuz yeni bir soluk getiriyor. İnsana dair iyi-kötü, aşağı-yüce ayrımı yapmadan, neredeyse natüralist bir havayla mültecilerin yaşadıklarını anlatırken, kariyerinde yükselmiş, evi, arabası, karısı, çocukları, her şeyi yerli yerinde Avrupalı, beyaz, imtiyazlı erkeklerin; zarif ve kırılgan ev hanımlarının rahatlarının bozulmasından duydukları endişeyi de iliklerinize kadar hissettiriyor.

Kendi ülkesi Hollanda’da De Gouden Dil ve Libris Edebiyat Ödülü gibi prestijli ödüllere aday gösterilen Sayısız, çağdaş dünyanın esirlerinin haykırışı ve zamana yayılmış başkaldırısı olarak okunmayı hak ediyor.
Çeviri: Gül Özlen, Ödüllü Dünya Edebiyatı Dizisi, 208 Sayfa, 15 TL

Tanrı Belki Esirger Aşkı - Yehuda Amihay
Bir dili yaşatanlar, herkesten önce şairlerdir...
Modern İsrail şiirinin büyük ismi Yehuda Amihay, yapıtlarında konu edindiği savaşları, ayrılıkları, acıları ve en çok da aşkı ince bir sitem, zarif bir itirazla karşılıyor,

Cennet Tanrı’nın cennetidir
ve yeryüzü insana bahşedildi. Fakat
altından ve mermerden tapınaklar kimin?
Ve mezuzayı öpen adamların kaçı
öyle bir aşkla öpüldü bir kadın tarafından?
Cennet Tanrı’nın cennetidir ve yeryüzü
insana bahşedildi, fakat masa kimin
ve kimin elidir masadaki?

Çağdaşımız bu şair, özellikle Batı dünyasında şiirin bilmeceye dönüştürüldüğü, sözcükler arasındaki ilişkilerin yaşanmışlıktan doğmayıp yapay bir kurgudan oluşturulduğu bir süreçte, yapıntı duyarlıkların değil hakiki yaşanmışlıkların, ümitlerin, ümitsizliklerin, çocukluğun, aşkın, ailenin, bir tutkunun doğuşunun ve bitişinin, kaçınılmaz bir yazgı olan yaşlılık ve ölüm gerçeklerinin şiirini yazıyor. Sözcüklere yumuşak dokunuşlar, somut ve sarsıcı metaforlarla… 

Bu şiirleri okurken içinizden geçen duygu, bizim coğrafyamızın, bizim kültürümüzün, bizim insanımızın şiirini okuduğunuzdur…

Çevirmenin, şairi ve şiirlerini nasıl içselleştirmiş olduğunu duyumsamak ise okumaya ayrı bir tat ve derinlik katıyor…
Çeviri: Onur Behramoğlu, Şiir Dizisi, 72 Sayfa, 9 TL

Kaderin Bir Cilvesi - Hasan Öztoprak
Hasan Öztoprak,10 yıl aradan sonra etkileyici ve sürükleyici bir romanla karşımızda… 

“Bu görünen şehir öyle bir şehirdir ki kendi bekası için, geceyi görmezden gelip gündüzün başında uyduruk bir hale oluşturmaya hazırdır: Kimilerine göre dünyanın merkezi, kimilerine göre rızkın başkenti ve bazıları içinse mahşer yeri olan İstanbul şehridir burası. Ve bu şehrin hafızası öylesine hacimli, öylesine derindir ki içinde bir dünya dolusu kimi acıklı, kimi komik hikâye barındırır; hatıratı öylesine doludur ki tarih odur deseniz kimse karşı çıkamaz.”

İstanbul üzerine kim bilir ne cümleler kuruldu şimdiye dek, ne sözler edildi, ne hikâyeler anlatıldı. Her defasında bu büyülü şehir biraz daha keşfedildi. Ama her yazarın keşfi başkadır. İstanbul’da zaten buna olanak verir. Hasan Öztoprak da İstanbullu bir yazar. Romanlarında İstanbul'u mekân tutmuştur. 10 yıl aradan sonra yazdığı bu dördüncü romanında da İstanbul şehrini merkezden taşraya doğru dolaşıyor, ama bu kez gece İstanbul’unu odağa alıyor… Ve gecenin en kadim mekânlarından sabahçı kahvesini… 

Hasan Öztoprak, Kaderin Bir Cilvesi’nde ne geceyi ne de gece şehrini bilmeyen kahramanının, sabahçı kahvesinde hayata yeniden tutunmasını izlerken, onun aşkı buluşunu ve tıpkı kaderinin peşinden gider gibi aşkının peşinden, sarsıcı bir sona doğru şuursuzca gidişini anlatıyor bize. 
Roman Dizisi, 224 Sayfa, 16 TL

Tutunmak - Gönül Çatalcalı
İsimsiZ adlı romanının ardından Gönül Çatalcalı, bu kez dördüncü öykü kitabı Tutunmak ile okurla buluşuyor…

“Vaktin en suskun saatlerinde çiçeklenir ruhlar. Goncayı gül eyleyen sabır usulca bekler… Su uyur, akarken mavi dalgın bir rüyada. Ateşi harlandırmak için pusar kuytuda rüzgâr. Ruh diner, yalnız göz kalır beden. 

Hikâyeler hayat gibi akmaya devam eder; yazı, sonsuz döngünün kıyısında olmaktır, ona b/akmak, uzanmak, biraz dokunmak… Denizine ulaşamayacağını bile bile akan suları izlemek hüzünle… Köze değmek, yakın ve uzak iklimlerden gelen rüzgârların harladığı ateşin sesini dinlemek, uğultuyu sözcüklere işlemek…” diyor Gönül Çatalcalı, Tutunmak’a başlarken. 

Gerçekten de ilmek ilmek işlenmiş hikâyeler buluyoruz anlatının kıyısında, satır aralarında, söz söze eklenirken. 

Kısa hikâyelerinde can damarından vuruyor;
“Kimseye kendini göstermek istemiyorum artık” dedi pasajın girişindeki ayna. “Her bakış benden bir şey götürüyor.” Anlamaz baktığımı görünce derin derin soludu, “İçlerini de görebiliyorum nicedir, önümde duran çürük cevizlerin…” dedi. “Yansıttığımsa bambaşka, cilalı suretler…”

Hayat denen sonsuz deryada, değerlerin azgın dalgalar arasında yer değiştirdiğini bir aynanın gözünden yansıtırken ne öğretmektir derdi yazarın, ne sanat yapmak... Git gide büyüyen, göz alan kâğıt hışırtılarının altındaki yaranın fotoğrafını çekmektir amacı, buz dağının dev kütlesine ulaşmak...
Zeytin karası aşklardan, su yeşili dostluklardan, rengi sarı, tadı yeşil ilişkilerden geçenlerin sesine kulak veriyor; kan kırmızı nar şerbetidir hayat onlara göre. Çatalcalı, kırmızının bin bir tonunu katar satırlarına, kıyı hikâyelerinde. 

Ak güvercinin kanadındaki kara lekeden sual eyler, hangi uçama-ma-ların izi olduğunu. Yerçekimine karşı koyamayanların yok olup gittiği bir dünyada güçsüz kanatların tüylerini fırçasıyla çoğaltır, sözcükleriyle besler.

Çatalcalı hikâyelerinin sonuna gelindiğinde nokta acıtır, bıçak kesiği gibi… Oysa asıl orada başlamaktadır hikâyelerinin yolculuğu, okurun zihninde henüz doğmuş gibi, büyüyüp serpilecekmiş gibi…
Öykü, Edebiyat Dizisi, 152 Sayfa, 14 TL

Fırtınalı Yıllarda İbrahim Kaypakkaya - Emrah Cilasun
İbrahim Kaypakkaya, 1871'de Paris Komünü ile başlayıp, 1976'da Kızıl Çin'in kapitalist restorasyonu ile kapanan komünizmin yüz küsur yıl süren birinci evresine aittir. O, bu coğrafyada kendisinden evvel komünizm adına, paslı, küf tutmuş ne varsa; geçmişin tortularından arınmış bir ekolün kurucusu olarak tarihe geçti...

Kaypakkaya'nın, Türkiye'de köyden kente göçün en yoğun olduğu 70'li yıllarda yaptığı dikkatli araştırmalar ve tespitlerle vardığı sonuçlar üzerinden oluşturduğu Marksizm çözümlemeleri niteliğindeki yazıları, onun teori ile pratiği birleştirerek nasıl bir mücadele verdiğini gösteriyor.

İşkence altında rejime boyun eğmemesinden ötürü, yıllardır nesilden nesile geniş devrimci kitleler tarafından "ser verip sır vermeyen yiğit" olarak anılan İbrahim Kaypakkaya'nın en önemli yanı, onun mütevazılığı, köylü gibi giyinmiş olması ve/veya "karizma"sı değildi...

Peki neydi? Emrah Cilasun, Kaypakkaya'nın bilinmeyen yazılarını yıllar sonra derlerken bu sorunun cevabını arıyor.
272 Sayfa, 20 TL

Bayram Dağı -  Alisa Ganieva
Bir yanda Rus hükümeti, öbür yanda İslamcı mücahitler. Bütün bunların ortasında günlük yaşamını sürdürmeye çalışan Dağıstan halkı. Bütün bu bulanıklık içinde yönünü tayin etmeye çalışan Şamil’in hepimize tanıdık gelecek hikâyesi. 

Kendi ülkesi Dağıstan’da eleştiri oklarının hedefi olan, ülkesini kötü gösterdiği iddia edilen Ganieva bu eserinde ele aldığı her bireyi, her grubu, her insanlık hâlini öyle gerçekçi anlatıyor ki taraf tutmakta zorlanıyorsunuz!

Aile baskısı mı, koca baskısı mı? Şer cephesi devlet yapıları mı, kılıcından kan damlayan mücahitler mi? Bütün rejimlerin ilk önce ve her zaman kadınlarla uğraştığının vesikasıdır bu roman. Ganieva anlattıkça daha çok dinlemek istiyorsunuz. 

Çağdaş Dağıstan ve Rus edebiyatına atılmış sağlam bir halat olan Bayram Dağı’nı okurken, aynı zamanda Rus klasiklerinin o eşsiz tadını alacaksınız!

“Beyaz çapraz kılıçların tasvir edildiği kara bayrağı tutan bir mücahit, yıkık evin çatısına çıktı ve makineli tüfeğiyle ateş etmeye başladı. Sonra herkes bir yere koştu ve Şamil de onlarla birlikte gitti.”
Rus hükümetinin Kafkasya’nın Müslüman bölgelerini Rusya’dan ayırmak üzere bir set inşa etmeye başlayacağına dair söylentilerle hayatın her alanında kendisini hissettiren değişiklikler arasında, gittikçe dindarlaşan ve uzak düştüğü çevresiyle, özlemini çektiği hayat arasında kalan genç bir adam; Şamil. Bir yakası dini gelenekler ve siyasi baskılarla sarılmış, diğer yakası elinde kalan özgürlük kırıntılarına sıkı sıkı tutunan Dağıstan halkı. Alisa Ganieva, Bayram Dağı’nda genç bir kadının gözleriyle Dağıstan’ın köylerinde, sokaklarında, evlerinde gördüklerini Şamil’in hikâyesi etrafında yalın bir gerçeklik ve ustalıkla aktarıyor. Trajik ve karanlık bir süreci tam da o karanlığı yararcasına umursamaz ve ironik bir edayla seslendiriyor. 2008 yılında Gorki Edebiyat Ödülü’nü alan ve Bayram Dağı’yla da Rusya’nın en önemli edebiyat ödüllerine aday gösterilen Ganieva, bu eserinde kadınları anlatıyor; anneleri, eşleri, kumaları, kız evlatları, şarkıcıları. Hiçbir kadını susturmadan, bastırmadan, neşelerini ve kederlerini göz ardı etmeden…

“Ganieva’nın yazdıklarında bir çeşit sihir var... Bu hikâyeyi de, okuru Dağıstanlıların korkuları ve hayal kırıklıklarıyla yüzleştirerek olayların ortasına çeken bir bilinç akışı tekniğiyle anlatıyor.” — Lauren Smart, Dallas Observer

“Muhteşem bir eser… İslam’ın yükselişi, Sovyet sonrası Rusya’nın kaderi ve çok az bilinen bir halkın gelenekleriyle ilgili kusursuz bir hikâye.” — The Modern Novel
Çeviri: Sabri Gürses, Ödüllü Dünya Edebiyatı Dizisi, 232 Sayfa, 17 TL

Marksizmde Ahlak Tartışmaları - Kurtul Gülenç
Marx’ın kapitalizm eleştirisi ahlaki bir eleştiri midir?

Eğer öyleyse, eleştirinin ahlaki boyutu ile Marx’ın sosyal bilimsel sistemi bir arada, uyum içinde nasıl yürümüştür? Başka bir ifadeyle, Marx’ın bilimsel sistemiyle uyumlu bir ahlak teorisinden söz edilebilir mi? Eğer söz edilebilirse, bu teorinin temel bileşenleri ve kavram öbekleri (örn. adalet, eşitlik, mutluluk, özgürlük vb.) neler olabilir?

Kapitalizm, insanların temel haklarını göz ardı ettiği için mi aşılmalıdır, yoksa insani özgürleşmenin asla tam anlamıyla yaşanamayacağı bir sistem olduğu için mi? Post-kapitalist toplum tasarımı hakkaniyet ilkesine mi dayanmaktadır? Bu tasarımın inşasında özgürlük kavramının yeri ve önemi nedir?

Marksizmde Ahlak Tartışmaları isimli bu kitapta bu ve benzeri sorulara yanıt aranmaktadır. Böylelikle bir yandan Marx’ın kendi metinlerinin çağdaş düşünürlerce hangi argümanlar aracılığıyla değerlendirildiği gösterilmekte, diğer yandan günümüzde felsefenin keyfilikten sıyrılarak “iyi yaşam” talebinin yeniden canlandırılmasının ve bu çerçevede çağımızdaki problemlere etik ve politik düzeyde ışık tutabilmenin olanağı açığa çıkarılmaya çalışılmaktadır.
Marksist Öğreti Dizisi, 272 Sayfa, 18 TL

Postmodern Çağda Ortodoks Hristiyanlar ve İslamiyet - Andrew M. Sharp
Komşumuzun dininin mevcudiyetini kabul ederken, kendi dini kimliğimizin eşsizliğinden nasıl emin olabiliyoruz? Bilhassa 11 Eylül olaylarından sonra İslamiyet ve Müslümanlarla kurulan ilişkinin önemini anlayan Ortodoks Hristiyanlar, dinlerin birliği ilkesinin ışığında bu soruya cevap arıyor.

Postmodern çağın kimlik arayışlarına dinin birincilikle girmiş olması dindar insanların deneyimlerine yakından bakmamızı gerektirmiştir. Postmodern Çağda Ortodoks Hristiyanlar ve Müslümanlar, özelde bu iki dinin, genellikle dinlerin tarihsel alışverişleriyle ilgili temel bir bakış sunuyor.

“Küreselleşme, bugün, makineden çok, ruha ihtiyaç duymaktadır. İletişim ağlarından ve ekonomik örgütlenmelerden ziyade, büyük evrensel amaçlara ihtiyaç vardır.”  Peki, dinler insan ruhunun sömürülmesine ilişkin ne söyleyecektir? Hristiyanların ve Müslümanların işbirliğine gitmesi sömürü mekanizmalarının işleyişini faş edebilecek midir? Yeni bir medeniyet çatışması mı başlatacaklardır, yoksa bizi kadim bilgilerimize geri mi döndüreceklerdir?

Bütün dinler aynı şeyi mi tartışıyor? Modernite ve postmodern çağla gelen kimlik politikaları kadim bilgilerimize ne kazandırıyor yahut yüzyılların sağlamlığıyla gelen bu bilgilerden ne eksiltiyor? Bu kitapla, bu soruların cevabına giden yolda bir kapı aralanmıştır.

Hedefimiz, ilk olarak birbirimizi daha iyi anlamak ve bu sayede birbirimizi kabul etmek, sonra da birbirimize saygı duymaktır. Hristiyanlığı anlamak isteyen Müslümanlar ve İslamiyeti anlamak isteyen Hristiyanların bu karşılaşmalarında baskın olması gereken ruh hali tam olarak budur: Ötekine saygı, kendimize saygı ve Tanrı’ya saygı.

Rasyonalite modern hayatın her alanına nüfuz edip el attığı membaı kurutunca, insanlar sığınacak bir liman olarak yine dini buldular karşılarında. Ancak din, bu sefer, modernite öncesinden farklı olarak, bütünlüklü, tutarlı, hayatın her alanını düzenleyen bir kimlikten ziyade, parçalı, başka zeminlerde başka şekiller alan, ideolojilerin rengine boyanan, çelişkili, hatta akışkan bir durum olarak tecrübe edilmeye başlandı. Kendi dini anlayışımızı muhafaza ederken, komşu dinlerle nasıl bir ilişki kuracaktık? 

Elinizdeki kitap Ortodoks Hristiyanlarla Müslümanlar arasındaki ilişkileri, iki din arasındaki farklılıkları, onları birbiriyle anmamızı sağlayan benzerlikleri tarihsel zemine oturtarak tartışıyor. Her iki dinin mensuplarının olası bir işbirliğine yahut işbirliği çağrılarına bakışını, bu işbirliği çağrısının altındaki muhtemel sebepleri gerçekçi bir gözle önümüze koyuyor.

Özellikle 11 Eylül saldırısından sonra Müslümanların tamamını suçlayıcı, ayrımcı yaklaşımlara karşı terörün dini olmayacağını ısrarla vurguluyor. 

Dinler küreselleşmeye ve teknolojinin getirdiklerine mi karşıdır yoksa bu değişikliklerle gelen yozlaşmaya mı? 

Hiçbir şeyin elle tutulamadığı bu postmodern çağda dinlerin birliği devrimci bir kalkışma sağlayabilecek midir? 

Dünyanın kocaman bir McDonalds haline gelmesinin önünde dinler durabilecek midir? 

Andrew M. Sharp Ortodoks Hristiyanlarla Müslümanların tarihsel alışverişini ve birlikteliklerini ön plana alarak, bu genel sorulara da cevap arıyor.
Çeviri: Seda Doğan, İnanç Dizisi, 340 Sayfa, 20 TL

Peder Bey’in Yargısı - Kemal Şahin
Açlık sınırında yaşayan, temel ihtiyaçlarını karşılayamayan, sosyal devletten nasibini alamayan ve kentlerin belli yoksul kesimlerinde yoğunlaşan insanların bilinçli bir şekilde salt mülkiyete yönelik suç işledikleri bir olgudur.

Bu, sürekli adaletsizlik üreten bir toplumsal yapıda, varlığını sürdürme ihtiyacını derinden hissedenlerin, toplumsal yapıya karşı itirazı ya da isyanı mıdır?

Ya da yoksul ve yoksun bırakılmış varlıksız sınıfın, zengin ve varlıklı sınıftan öç alma duygusu mudur?

Kemal Şahin, Peder Bey’in Yargısı’nda bu ülkenin yurttaşları olduğu halde hak, hukuk, hakkaniyet, adalet, özgürlük, eşitlik ve demokrasiden istisna edilenleri, her gün “Kararlar Mezarlığı”na yenilerini ekleyen ve adaletsizlik üreten “adli makine”yi, temel hak ve özgürlüklerin ihlalini gözler önüne seriyor.

Devleti yönetenlerin topluma adalet borcu olduğunu söyleyerek, insanlığımızı kaybetmemek için Peder Bey’in Yargısı’na “müdahale” ediyor, gerçek bir yargının inşası için asıl müdahale ve talebin yurttaşlardan gelmesi gerektiğini vurguluyor.
Hukuk Dizisi, 216 Sayfa, 17 TL

Şehirler Düşerken (Işid Saldırıları, Yıkım ve Göç) - Simla Yerlikaya
Birçok kişi IŞİD’in adını 10 Haziran 2014’te Musul’un düşmesiyle duydu. 

Oysa o güne gelene kadar yaşanan birçok gelişme bize olayların hiç de hayra gitmediğini göstermişti. 

IŞİD bir gecede ortaya çıkmadı. Irak’ın en büyük ikinci şehri olan Musul’u alabilecek kapasiteye de bir anda gelmedi. Örgütün dünyayı sarsacak derecede güçlü bir çıkışı Irak’ta yapmasını ve bu topraklarda güçlenmesini sağlayan nedenler ise ne mezhep farklılığı ne de Ortadoğu’nun kanlı tarihiydi.

Irak’ta şehirlerin birbiri ardına IŞİD’in eline düşmesiyle beraber binlerce sivil de çaresiz, yaşadıkları yerleri terk etmeye başladı. Bu dev göç dalgasının sonuçları ise siviller için felaket oldu. Özellikle IŞİD kontrolündeki kentlerin Sünni olmayan dinî ve mezhepsel azınlıkları için yaşananların anlamı açıktı: Kıyım!

2014 yılında IŞİD’in Musul’u alması ile beraber Irak benzeri az görülür bir vahşete teslim oldu. 

Örgüt, Irak’ta ve Suriye’de binlerce masum insanı akıl almaz yöntemlerle katletti, kadınları köleleştirip pazarlarda sattı, kültürel mirası yerle bir eti. Felluce, Musul, Tikrit ve Ramadi gibi şehirler birer birer örgütün eline düşerken, bu kentlerde yaşayan Ezidiler, Kürtler, Hristiyanlar, Türkmenler, Şii ve Sünni gruplar için kâbus gibi günler başladı. Mezopotamya’nın kadim halkları yerlerinden edildiler, kıyıma uğradılar. 

Saldırıların ardından IŞİD’e karşı topyekûn savaş da başlamış oldu. Sadece Ortadoğu ülkeleri değil, ABD ve Avrupa devletleri de kısa sürede bu savaşa müdahil oldular. 

2011 yılından bu yana Erbil’de yaşayan gazeteci Simla Yerlikaya, Şehirler Düşerken: IŞİD Saldırıları, Yıkım ve Göç’te IŞİD’in nasıl güçlendiğini, işgal ettiği topraklarda yaşanan dev göç dalgasını, bölgenin kaderini değiştirecek dinamikleri yerinden gözlemler ve röportajlarla anlatıyor ve direnen bütün halkların sesi oluyor.
Politika - Tarih Dizisi, 312 Sayfa, 18 TL


Notos Kitap'tan Mayıs Yenileri

$
0
0
Notos Kitap Mayıs ayını üç kitapla karşılıyor. Dostoyevski'nin “Uysal Kız”ı şık kapağı ile “Büyük Kitaplar” dizisinin, Kafka'nın “Dava”sı yazarın romandan çıkardığı bölümler ve Max Brod’un romana yazdığı sonsözleri de eklenmiş edisyonu ile “Klasik Kitaplar” dizisinin, Doğan Özlem'den “Kavramlar ve Tarihleri” de “Felsefe – Kuram” dizisinin yeni kitapları olarak raflarda.

Uysal Kız - Fyodor Dostoyevski
Dostoyevski, 1876’da bir gazete haberinden etkilenerek yazdığı Uysal Kız’da karısı bir süre önce intihar etmiş bir adamın hikâyesini anlatır.

“Aslında yazdığım şey ne bir öykü ne de güncedir. Evli bir adamı gözünüzün önüne getirin: Karısı birkaç saat önce pencereden atlayarak intihar etmiş olup şimdi de masanın üzerinde upuzun yatmaktadır. Adam şaşkınlık içindedir, düşünceleri darmadağınıktır. Evinde bir odadan ötekine dolaşarak olup biteni anlamaya, kafasını toparlamaya çalışır.

Doğaldır ki, öykünün anlatımı başlangıçta çelişkili duraksamalarla, birbirini tutmayan bölümlerle bir süre uzar gider; adamcağız bir yerde kendi kendisiyle konuşurken, başka bir yerde düşündüklerini onu dinleyen birine, bir yargıca anlatır gibidir.” – Dostoyevski
Notos Büyük Kitaplar – Öykü
Rusçadan çeviren: Mehmet Özgül
Kapak tasarımı: Seda Mit
103 sayfa • 14 TL

Dava - Franz Kafka
“Kafka’nın hikâyelerinde epik, Şehrazad’ın dilinde kazandığı anlamı yeniden kazanır: geleceği ertelemek. Dava’da davalının umudu ertelemedir – davanın gitgide hükme dönüşmemesi şartıyla.

Kafka şiiri öğretiye, mesel’e dönüştürmeye, ona dayanıklılık ve yalınlığını geri kazandırmaya yönelik muazzam çabasında başarısızlığa uğramıştı. Hiçbir yazar, ‘Hiçbir şeyin suretini yapmayacaksın’ emrine onun kadar itaat etmemiştir.” – Walter Benjamin’in sonsözüyle

Nerede başlar yasa? Nereye uzanır? Nerelere kıvrılır? Yasanın sarmalları tüm insanları ve mekânları ele geçirmiştir. Yasaya tabi tutulan ama yasaya erişimi engellenen insanın kanunun ve kanunsuzluğun düğümlerini çözmesi mümkün müdür? İşte Kafka Dava’da yasanın dehlizlerinden eşiğine uzanan yolları ve yoldan çıkmaları anlatıya dönüşemeyen bitimsiz ve parçalı haliyle anlatıyor.

Dava’nın Türkçedeki bu eşsiz basımında Kafka’nın romandan çıkardığı bölümlerin yanı sıra, kitabı gün yüzüne çıkaran Max Brod’un romana yazdığı sonsözleri de okuyabileceksiniz.
Notos Klasik Kitaplar – Roman
Almancadan çeviren: İlknur İgan
Kapak tasarımı: Emre Senan
318 sayfa • 24 TL


Kavramlar ve Tarihleri - Doğan Özlem
“Felsefe tarihi felsefe sistemlerinin değil, felsefe kavramlarının tarihidir.” – C.H. Brandis

Günlük hayat içinde kavramların önemi genellikle hiç fark edilmez. Kavramlar olmasaydı, dünyanın kaotik bir görünüme sahip olması bir yana, onun hakkında anlamlı konuşabilmenin olanağından bile söz edilemezdi. Bu sebepledir ki, kavramların içeriğine belirginlik kazandırılması vazgeçilemez bir öneme sahiptir. Nitekim felsefe, bu kadim çabanın adıdır.

Öbür yandan, kavramlar organik varlıklardır. Çağlara –ve hatta kültürlere– göre kapsadıkları alanlar hep değişmiştir. Onları tarihüstü kabul etmek kavramlar tarihinden bihaber olunduğunun göstergesi olur. Bunun için de “hakiki” bir felsefe tarihçiliği, kavramların felsefe tarihi içinde uğradıkları anlam değişmelerini, kavramların serüvenlerini izlemek zorundadır.

Doğan Özlem, Kavramlar ve Tarihleri’nde tam böylesi bir yaklaşımla baroktan sevgiye, teknikten etik-ahlak ayrımına, değer sorununa kadar pek çok kavramı tarihselci bir perspektiften ele alıyor.
Notos Felsefe – Kuram
234 sayfa • 18 TL


Latin Amerika Edebiyatının Yaşayan En Büyük Yazarlarından Evelio Rosero’dan İki Güçlü Roman

$
0
0
Latin Amerika Edebiyatının yaşayan en büyük yazarlarından biri olarak gösterilen Evelio Rosero’nun günümüz Kolombiya'sında hayat ve politik çatışmalar üzerine iki güçlü romanı “Öğle Yemekleri” ve “Ordular” Can Yayınları etiketiyle raflarda...

2006’da Kolombiya Kültür Bakanlığı tarafından Ulusal Edebiyat Ödülü’ne layık görülen Evelio Rosero, eserleri ondan fazla dile çevrilmiş bir isim. Ordular romanıyla Tusquets Roman Ödülü’nü ve The Independent gazetesi Yabancı Roman Ödülü’nü kazandı. Kolombiyalı yazar Evelio Rosero Öğle Yemekleri’nde sadece kutsalı kutsallaştıranı değil, kutsalın kendisini de günah çıkarmaya davet ediyor. Ordular ise Latin Amerika edebiyatının son on yıldaki en önemli eserlerinden biri. Rosero’nun Ordular’a mekân seçtiği Kolombiya köyü ağır ağır yokluğa karışıyor. Saldırganlara ve kurbanlara ise dünyanın geri kalanı da yabancı değil: silahlılar silahsızlara karşı, ölüm insanlığa.

Öğle Yemekleri 
Kolombiyalı yazar Evelio Rosero, Öğle Yemekleri’nde sadece kutsalı kutsallaştıranı değil, kutsalın kendisini de günah çıkarmaya davet ediyor.

“Saygıdeğer her kilisenin bir kambura ihtiyacı yok muydu?”

“Bunak erkek ve kadınlardan bahsediyorum,” dedi rahip yardımcısı çabucak. “Yersiz yurtsuz, yorgun insanlardan. Gün boyu Bogotá’nın dört bir yanında amaçsızca dolanan tiplerden. Dehlizlerde uyuyanlardan. Peder Almida’nın mesajlarını dinlemek istemiyorlar. Yine de ara sıra onlara bütün bu mesajları okuyorum. Sadece öğle yemeği yemek istiyorlar, hepsi bu. Ve uyumak. Hiçbir şeyle ilgilenmiyorlar. Yalnızca tabaklarının peşindeler.”

Muhtaçlara her gün öğle yemeği hazırlayıp dağıtan bir kilise. Kilisenin önünde biriken kuyruklar. Herkes içeri doluşuyor. Kilisenin kamburu Tancredo kan ter içinde masadan masaya koşuyor. Birkaç gün sonra yaşanacaklardan habersiz. Pederin acilen kiliseden ayrılması gerekince pazar ayinini ilk kez başka bir peder yapacak ve kilise birer birer fısıldayacak sırlarını.

Gabriel Garcia Marquez’in izinden giden Evelio Rosero, Latin Amerika’nın yaşayan en büyük yazarlarından biri.

"Sömürülen bir rahip yardımcısının kırılgan ikilemlerini sert bir hicivle gözler önüne seren ve Victor Hugo’ya selam çakan bu roman kokaini, yozlaşmayı ve hepsinden öte korkuyu içinde barındıran meşum gücün ve himayenin altını çiziyor. Sıradışı bir mizah ve gitgide artan ruhani bir coşkuyla insanı duygulandırdığı kadar yere de seriyor." The Guardian

“Kitapları onlarca dile çevrilen, İspanya ve Latin Amerika'da en iyi yayınevlerince yayımlanan, eleştirmenlerce övülen, üniversitelerde okutulan Rosero'nun yarattığı karanlık dünyalar geniş bir kitleye ulaştı. Rosero gerçekten de alışılmışın dışında bir örnek, gördüğü yoğun ilgiye rağmen saklandığı yerden hiç çıkmadı... Rosero edebiyatın sosyal gerçeklikleri değiştirebileceğini ve değiştirmesi gerektiğini, gerçekten de edebiyatın ana işlevlerinden birinin bu olduğunu cesurca doğruluyor." Bomb

"İnsanı sürükleyen, eğlenceli bir roman; kitabı rafa geri koyduktan uzun süre sonra aklınızda kalacak imgelerle dolu." Time Out

"İnsanın aklını başından alan... Tuhaf ve eğlenceli... Kaleydoskop gibi bir kitap; büyük ölçüde Kolombiya kültürünü ve toplumunu anlatıyor ve yer yer çok komik (bir o kadar da dokunaklı ve korkutucu)." History Today

"Bu akıcı ve acı tatlı roman insan hayatının en güzel ve en kötü anlarını işliyor ve aynı anda hem hüzünlü hem de şenlikli bir hava yaratıyor." We Love This Book

"... Kilisenin ikiyüzlülüğüne dair oturaklı ve gerçekçi bir hiciv." Sunday Telegraph

Ordular
Kolombiyalı yazar Evelio Rosero’dan Latin Amerika edebiyatının son on yıldaki en önemli eserlerinden biri: Ordular

“Burası ölü bir köy, ya da neredeyse öyle, tıpkı buranın son sakinleri olan bizler gibi.”

“Yıllar önce evlerini terk etmek zorunda kalan başka köylerin sakinleri bizim köyümüzden geçerlerdi; erkekler, kadınlar ve çocuklardan oluşan, başı sonu görünmeyen kafileler... Aç biilaç meçhule giden sessiz kalabalıklar halinde geçişlerini seyrederdik. Yıllar önce üç bin yerli uzun süre San José’de  konakladı ve derme çatma sığınma merkezlerinde yiyecek sıkıntısı baş gösterince gitmek zorunda kaldılar. Şimdi sıra bize geldi.” 

Emekli öğretmen Ismael’in hayatı bir harika. Köyü cennetten bir köşe. En büyük derdi, güneşlenen komşusunu gözetlerken kendi karısına yakalanmamak. Ta ki ordular gelene kadar.

Evelio Rosero’nun Ordular’a mekân seçtiği Kolombiya köyü ağır ağır yokluğa karışıyor. Saldırganlara ve kurbanlara ise dünyanın geri kalanı da yabancı değil: silahlılar silahsızlara karşı, ölüm insanlığa. 

Ordular, Latin Amerika roman geleneğinin seçkin eserlerle yoluna devam ettiğinin bir kanıtı. Yüzyıllık Yalnızlık, Pedro Paramo gibi başyapıtlarla birlikte anılacak bir roman.

"Márquez'den bu yana Kolombiya'nın yaşadığı sorunların edebiyata en başarılı şekilde yansıtılması... Kâbusumsu, sürreal, yine de gerçekçi bir roman." Time Out New York

"Evelio Rosero kalemini kana bulamış ve 215 sayfalık bir epik yazmış. Kolombiya romancılığında büyülü gerçeklikten sonra bir şey kalıp kalmadığını merak eden varsa, bu roman ülkenin edebiyatının olağanüstü gücünün bir kanıtı." The Independent

"... Bu etkileyici roman yumuşak diline rağmen insanı derinden vuruyor... Günümüzün terör ve terörle mücadele döngüsü için Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok'a bir karşılık gerekiyorsa o işte bu roman." Independent

"Çapraz ateşte kalmış bir ülkenin deliliğine tanıklık eden, zamansız bir epik." El Pais

"Savaş dönemi yaşamının çarpıcı bir alegorisi olan bu romanda aynı anda hem hiçbir şey olmuyormuş gibi görünüyor hem de hayatlar ve dünyalar yıkılıyor. Önemli ve güçlü bir kitap." The Times

EVELIO ROSERO, 1958’de Kolombiya’nın Bogotá şehrinde doğdu. 2006’da Kolombiya Kültür Bakanlığı tarafından Ulusal Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü. Ordular romanıyla Tusquets Roman Ödülü’nü ve The Independent gazetesi Yabancı Roman Ödülü’nü kazandı. Eserleri ondan fazla dile çevrildi.


ÖĞLE YEMEKLERİ
Çeviri: Seda Ersavcı
Tür: Roman 
Sayfa sayısı: 119 Sayfa
Fiyatı: 12 TL
Yayın tarihi: 10 Mayıs 2016


ORDULAR
Çeviri: Süleyman Doğru
Tür: Roman 
Sayfa sayısı: 183 Sayfa
Fiyatı: 16 TL
Yayın tarihi: 10 Mayıs 2016


Vizyona Giren Filmler : 13 Mayıs

$
0
0
Üçü yerli yedi filmin vizyona girdiği hafta salonları kahkahalarla dolduruyor. Aynı adlı oyunun yakaladığı popülerliğinden doğan uyarlama “Angry Birds Film”, karadeniz komedileri arasında farklı bir yerde duran filmin devamı “Oflu Hoca’nın Şifresi 2” ve huzuru kaçan ailenin komşularla macerasının devamı “Kötü Komşular 2” haftanın öne çıkan filmleri… İngiliz korku gerilim “Dehşet Treni”, yerli aksiyon denemesi “Dadaş”, festivallerin ödül avcısı “Ana Yurdu” da diğer seçenekler. İçimizdeki saf sinema sevgisini şölene dönüştüren belgesel “Hitchcock Truffaut” da haftanın en özel ve kaçırılmaması gereken filmi…



Angry Birds Film / The Angry Birds Movie
Yönetmenler: Fergal Reilly ile Clay Kaytis
Konu: Kuşların neden bu kadar öfkeli olduğunu öğrendiğimiz film, bizi nüfusu tamamen -ya da neredeyse tamamen- mutlu fakat uçamayan kuşlardan oluşan bir adaya götürüyor. Bu cennet köşede, öfke sorunu olan Red, hızlı Chu ve gelgitleri olan Bomba hep dışarıda kalmıştır. Fakat ada yeşil domuzcuklar tarafından ziyaret edildiğinde, domuzların neyin peşinde olduğunu çözmek bu dışlanmış uçamayan kuşlara kalır.



Oflu Hoca’nın Şifresi 2
Yönetmen: Adem Kılıç
Oyuncular: Çetin Altay, Ahmet Varlı, Köksal Engür, Başak Daşman
Konu: Ahmet, başkanlığı kaptırdığı için hâlâ Oflu Hoca’ya öfkelidir. Oflu Hoca yüzünden hem itibar hem para kaybetmiştir. Tekrar başkan olmanın yollarını ararken zengin müteahhit İdris, oğlu Şaban’a Nur’u ister. Ahmet kendini kurtarmak için hemen kabul eder. Durumu öğrenen Kadir ve Oflu Nur’u kaçırmaya karar verirler. Ama Nur’u kaçırayım derken yanlışlıkla Ahmet’in halasını kaçırırlar ve işler iyice karışır.



Dehşet Treni / Howl
Yönetmen: Paul Hyett
Oyuncular: Ed Speleers, Shauna MacDonald, Elliot Cowan, Holly Weston
Konu: Seyahat görevlisi Joe 20’li yaşlarında genç bir adamdır. İşte geçen uzun bir günün ardından eve gitmeye hazırlanır, fakat henüz çıkmadan müdürü tarafından gecenin son tren seferinde çalışması gerektiğini öğrenir. Geceyi katlanılabilir kılan tek şey güzel hostes Ellen’in de Joe ile birlikte çalışacak olmasıdır. Tren, ne olduğu belli olmayan bir cisme çarpıp orman ortasında kaldığında cehennem gibi bir gece başlar.
Kritiğini daha önce yazmıştım, okumak için tıklayın!



Kötü Komşular 2 / Neighbors 2: Sorority Rising
Yönetmen: Nicholas Stoller
Oyuncular: Seth Rogen, Zac Efron, Rose Byrne, Chloe Grace Moretz
Konu: Mac ve Kelly Radner ikinci bebeklerini beklemektedir ve taşınmaya karar verirler. Çift yeni komşularının, Teddy ve kardeşlerinden daha beter bir kız kardeş grubu olduğunu anlar. Okullarının baskıcı sisteminden sıkılan Kappa Nu kardeşler, kendi evlerini açmaya ve istedikleri şekilde yaşamaya karar vermişlerdir. Teddy karizmasıyla kardeşleri etkileyebilirse Kappa’ların kepenklerini indirebileceklerdir.



Dadaş
Yönetmen: Selim Kemal Dağlı
Oyuncular: Murat Yıldırım, Ümit Acar, Yılmaz Şerif, Halit Karaata
Konu: Dadaş, devletin önemli bir memurudur. Mafya’ya savaş açan devlete misilleme olarak Dadaş ve ailesi hedef alınır. Ailesini bir saldırıda kaybeder. O saldırıda kendisi de ağır yaralanır, mucize eseri kurtulur. Yaralandığı için malulen emekliliğe sevk edilir. Dadaş bu olaylardan dolayı hırslanır, Çeçenistan’a gider. Orada aldığı eğitimler sonucunda operasyonlara katılır. Dadaş, kendisine ulaşmak isteyen tetikçiden Bakanı kurtarabilecek midir?



Ana Yurdu
Yönetmen: Senem Tüzen
Oyuncular: Esra Bezen Bilgin, Nihal Koldaş, Fatma Kısa, Semih Aydın
Konu: Nesrin, romanını bitirmek ve yazar olma hayallerini gerçekleştirmek için, kısa süre önce ölen anneannesinin İç Anadolu’daki boş köy evine taşınır. Ama gün be gün muhafazakarlaşan annesi Halise’nin beklenmedik ziyareti ve tüm ısrarlarına rağmen dönmeyi reddetmesiyle birlikte Nesrin’in yazma denemeleri ve köy hayatına dair kurduğu bütün hayalleri suya düşer. Bu iki kadın, Nesrin ve Halise, birbirlerinin iç dünyalarındaki en kuytu köşelerle yüzleşmek zorunda kalacaktır.



Hitchcock Truffaut
Yönetmen: Kent Jones
Konu: Bir sanat dalının yöneldiği istikamete azami derecede etki eden iki yönetmen, Alfred Hitchcock ve François Truffaut. İkisi arasında kurulmuş bir köprü var: Truffaut´nun Hitchcock´la yaptığı söyleşiden derlediği, Hitchcock´a Göre Sinema. Belgesel, sinemanın büyük yönetmenlerine bir soru soruyor: “Bu kitap sinemaya bakışınızı nasıl etkiledi?” Fincher, Schrader, Scorsese, Assayas, ve pek çok isim cevaplandırıyor.


Viewing all 3916 articles
Browse latest View live