Quantcast
Channel: Kayıp Paylaşımlar Koleksiyoncusu
Viewing all 3914 articles
Browse latest View live

Damların Efendileri : Kedidir Kedi!

$
0
0
Dükkanın yan tarafında iki apartman arası boşluk var. O boşluğu diğerlerinden ayıran da bir anne kedinin orayı kendisine güvenli mekan edinmiş olması. Üst üste yığılmış tahtaların arasında beş ay kadar önce yavruladı. İnsanlardan ürken ve kendi başına mağrur sokak kedisinin yavruları da kendisi gibi doğdu. Ürkek bakan gözlerle dış dünyadan tecrit edilmiş şekilde büyüyorlar. Anne kedi emzirme halleri bitince bir daha uğramadı o alana… Yavrulardan da sadece iki tane kaldı. Bir tanesinde gözüm var… Karşılıklı bakışıyoruz sürekli ama hiç pas vermiyor bana. Kaplarda verdiğim mama ve suyu koyarken ortalıkta göremesem de hızla toz ediyorlar. Her seferinde biraz daha dükkana yakın yere koyarak bana yaklaşmalarını bekliyorum… Bir tür satranç oyunu bu… Daha dokunamadığım, iyice korkmasın diye peşinden kovalamadığım kediler ne zaman benim olur bilmem ama sabır işi bu… Öyle kolay değil sokak kedisinin insanla iletişimi… Kuyruğunu çekenlerin, tekmeleyenlerin, zehirlemeye çalışanların ve onlara kimbilir nasıl görünen arabaların ortasında dış dünyaya açılmaları zor. Küçük alanın efendisi konumundalar şu anda… Nasıl anlatmaya çalışırsam çalışayım kedileri anlatmak da zor… Edebiyatta da böyle, onların baş rolünde olduğu romana, öyküye, filme rastlamak da zor. Köpekler gibi insana yoldaş sımsıcak aile filmlerinin meşhuru da olamıyorlar. Belki de düşündüğümüzün aksine onları evcilleştiremediğimiz içindir. İstediklerimizi sorgusuz sualsiz yapmadıklarından, keyiflerine düşkün olduklarından ve her zaman özgür olduklarından… Hiçbir kedi öyküsü bu yüzden benzemez birbirine… Edebiyattaki yerlerinin azlığına isyan edenler için güzel bir kitap yayımlandı geçenlerde… Hayatımızdaki yerlerini ve haklarını teslim edeceğimiz öykülerle dolu bir kitap: Damların Efendileri…

Damların Efendileri sayesinde yeni bir yayınevi ile de tanışmış oluyoruz. Lemur Kitap, 2014 yılının sonunda İstanbul'da kurulmuş. “Usta kalemlerle, çağımızın parlak ve gelecek vaat eden yazarlarının kurgu ve kurgu dışı edebiyat alanındaki eserlerini yayınlamak için yola çıktık.” diyorlar ve ekliyorlar: “Lemurlar eğer yeterli beyin kıvrımlarına sahip olsalardı günün büyük kısmını kitap okuyarak geçirirlerdi." İlk iki kitapları Nisan ayında yayımlanmış. Biri “Damların Efendileri”, diğeri de “Endişelenme, Daha Kötü Olacak”. Üçüncü kitapları da bu ay raflara düştü. “Into the Wild” ile hayranı olduğumuz Chris Mccandless’in filme de çekilen yolculuğunun ardındaki gerçeği anlatan “The Wild Truth”, “Yabani Gerçek” adıyla dilimize kazandırılmış. Filmin hayranları için kaçırılmayacak bir kitap. Ayın en önemlilerinden biri olduğunun altını da çizelim. Ekim ve Kasım aylarında yayımlayacakları kitapları da duyurmuşlar. Nadia Hashimi’nin övgülerle karşılanan romanı “Kabuğunu Kıran İnci” Ekim’de, Melani Shankle imzalı “Oturma Odamdaki Antilop” da Kasım’da raflarda yerini alacakmış. Sosyal medya hesaplarını ve sitelerini takip ederek daha da yakından inceleyebilirsiniz. İlk izlenimde yayın çizgisini beğendiğimi ve “Yabani Gerçek” ile daha da dikkat kesildiğimi belirteyim... Neyse gelelim biz “Damların Efendileri”ne...

“Lords of the Housetops: Thirteen Cat Tales” adını taşıyan kitap ilk olarak 1921’de yayımlanmış. Carl Van Vechten’in derlediği on üç kedi hikayesi dönemin de etkisiyle klasik edebiyat öykülerinden oluşuyor. Bugünden geriye dönüp bakma fırsatı vermesinin yanı sıra ilginçtir bazı öyküler kitap sayesinde ilk kez dilimize çevrilmiş. Neredeyse yüz yıl sonra ilk kez! Vechten’in önsözüyle açılan kitapta yer alan yazarları sıralayayım önce... Marry E. Wilkins Freeman, Guy Wetmore Carryl, Algernon Blackwood, Honore De Balzac, Booth Tarkington, G.H. Powell, Mark Twain, Edgar Allen Poe, Thomas A. Janvier, W.H. Hudson, William Livingstone Alden, Peggy Bacon ve Charles Dudley Warner...

Kurmaca edebiyatta kedinin yeri ile ilgi tespitlerde bulunarak açıyor kitabı Vechten... Köpekler kadar önemli roller almamalarının sebeplerini de anlatıyor okura: “Bağımsız, özgürlüğü seven, zarif, güçlü, becerikli, onurlu, öz saygılı, insan psikolojisiyle birkaç noktada temas eden ama özünde kediye has özellikte bir psikolojiye sahiptir. Kedi, bebekleri boğulmaktan kurtarmaz ya da gerçek hayatta dua etmez; sonuç olarak da kurmaca yazınında ona bunları yaptırmaya yönelik her türlü girişim gülünç olacaktır. Kesinlikle kendine has erdemlere sahiptir. Bana göre kedinin bu özellikleri her türlü hayvandan hatırı sayılır derecede daha iyi özelliklerdir. Ama kurmaca yazında kedinin tatmin edici bir şekilde ele alınmasının derin bir bilgi değil, aynı zamanda şömine başında duran esrarengiz kişiye karşı derin bir sevgi beslemeyi gerektirdiği gerçeği de ortadadır. Ancak o zaman zorluklar kısmen aşılabilir; çünkü roman yazarı, insan ve kedi psikolojisinin birbirine karışabileceği bir durum tasarlamak zorundadır. Muhtemelen mısırlılar güzel kedi hikayeleri yazabilirlerdi. Belki de yazdılar.” Daha sonra da öykülerin seçilme sebeplerini sıralayarak kedilerin efendisi olduğu öykülerden genel bir toplam oluşturma gayretini yineliyor.

On üç öyküde de kediler başrolde elbette... Hepsi kedicilerin bayılacağı öyküler ama bazıları çok daha öndeler. Edgar Allen Poe ustanın meşhur “Kara Kedi”si ve Twain’in “Dick Baker’in Kedisi”ni okumayan ya da bilmeyen yoktur sanırım. Freeman’ın “Kedi”si ilk öykü olarak kitaba sıcacık bir başlangıç yapmayı sağlarken, Caryl’in “Zut”u kedi öyküsünden de fazlası olarak öne çıkıyor. Alden’in “Monty’nin Dostu” ve Bacon’un “Kraliçe’nin Kedisi” de akılda kalan öykülerden. Algernon Blackwood’un “Psişik İstila”sı ise hem kitabın en iyi öyküsü hem de kedi öyküsünün de çok ötesinde. Özellikle Parapsikoloji meraklılarının gözden kaçırmaması gereken harika bir öykü... Kitabın tek dezavantajının yayım yılı olduğunu da belirtmekte fayda var. Modern edebiyata alışmış okurlar için çok klasik kalabilecek öyküler de mevcut ama kedi sevgisiyle aşmak da mümkün.

Ne kitapsız ne de kedisiz kalamayanlar için on üç iyi öyküyü okuma fırsatı sunan “Damların Efendileri”nin her kedicinin kitaplığında yeri var. Lemur Kitap da şenlikli bir merhaba yaşatmak için bekliyor. Iskalamayın!

DAMLARIN EFENDİLERİ (On Üç Kedi Hikâyesi)
Orjinal Adı: The Lords of The Housetops
Kolektif
Çeviren: Fulya Alikoç
Basım Tarihi: Nisan 2015
Sayfa Sayısı: 226
Etiket Fiyatı: 19,00 TL 



Tiyatro Ak’la Kara, Yeni Sezonda Perdelerini Açıyor

$
0
0
2011 yılından beri sahnelediği 14 oyunla Kadıköy, Bahariye’deki kendi sahnesinde  seyircisine sağlam bir repertuar sunan Tiyatro Ak’la Kara yeni sezonda beş oyunla perdelerini açıyor. 

Kerem Kobanbay ve Savaş Özdural’ın kurucusu olduğu Tiyatro Ak’la Kara, 2015-2016 sezonunda üçü yeni, ikisi geçen sezondan olmak üzere toplam beş oyunla seyircisi ile buluşmaya hazır. Kerem Kobanbay’ın yazdığı, Murat Sarı’nın yönettiği komedi oyunu “Üç Nokta”, Brian Clarke’ın yazdığı, Savaş Özdural’ın çevirdiği ve Atilla Şendil’in yönettiği dram “Karar Kimin?” ve Kobi Brown’ın yazdığı, Kerem Kobanbay’ın çevirip yönettiği sert aksiyon oyunu ‘’Sisli Düşler Diyarı’’ sezonun yeni oyunları.  Geçen sezonun ödüllü oyunlarından “Cyrano De Bergerac” ve “Kelebekler Özgürdür” de kaçıranlar için bu sezon devam edecek.


ÜÇ NOKTA
Akıllara zarar bir komedi!
Bitirim taksi şoförü Faruk, hayalperest oyun yazarı Tarık ve telaşlı bir yapıya sahip olan Sadık adındaki üçüzler aynı evde yaşamaktadır. Faruk, eve Hale adında bir masöz çağırmıştır. Tarık yayınevinden gelecek olan Jale’yi beklemektedir. Sadık ise bir cinayete tanık olmuştur ve ölen adamın karısı Lale, ifade vermesi için onun peşine düşmüştür. O gün temizlik günüdür ve temizlikçi Fatma, kişileri ve olayları iyice birbirine karıştırır. Ona âşık olan apartman görevlisi Siyami, Fatma’nın kafasını daha da karıştırır. Cinayeti işleyen Tayyar ve onun peşinde olan Komiser Bülent de eve gelince akıllara zarar bir koşturmaca başlar. 
Bu zekâ işi komediyi seyrederken, gülmekten yorulacaksınız!
Yazan: Kerem Kobanbay
Yöneten: Murat Sarı
Oyuncular: Kerem Kobanbay, Bedia Ener. Levent Ünsal, Buket Dereoğlu, Vural Buldu, Devrim Atmaca, Nazlı Kar, Ahmet Taşdemir, Can Esendal.


KARAR KİMİN
Finale siz karar vereceksiniz! Belki de kararınızı ilk kez bu kadar sorgulayacaksınız…
Ken Harrison bir trafik kazası sonucu, boynundan aşağısı felç olmuş bir heykeltraştır. Altı ay hastanede geçen bir süreden sonra, iyileşme ümidi kalmayan Ken hastaneden taburcu edilmek ister. Hastanenin başhekimi Dr. Emerson ise hastane dışında Ken’in yaşayamayacağını belirterek bu karara karşı çıkar. Bunun üzerine Ken bir avukat tutarak hastaneye dava açar. Mahkemede yargıç her iki tarafı da dinledikten sonra, kararı toplum jürisi koltuğunda olan seyirciye bırakır. Jürinin vereceği karara göre oyunun sonu ya Ken Harrison’ın kendi isteğiyle hastaneden çıkmasıyla, ya da Dr. Emerson’ın onu zorla hastanede tutarak yaşamaya zorlamasıyla bitecektir.
Kendinizle yüzleşmeye hazır olun….
Yazan: Brian Clarke
Yöneten: Atilla Şendil
Oyuncular: Savaş Özdural, Hakan Altuntaş, Pelin Turancı, Fatih Gülnar, Ilgın Angın, Arzu Akın, Adem Türker, Mehmet Güler, Tanju Yıldırım, Buket İrtem, Gülnur Badakal.


SİSLİ DÜŞLER DİYARI
Zehir içip ölmemek çok düşük bir ihtimal.
Zenci mahallesinde babasız büyüyen Carl erken yaşta kendini uyuşturucu dünyasının içinde bulur. Hem kullanıcı, hem de satıcı olarak. Onu ve fiziksel özürlü kardeşi Mike’ı büyütmek için canını dişine takan annesi Carol’ın çabaları sonuçsuz kalmıştır. Kontrolünü kaybeden Carl, iyi niyetli üvey baba adayı Jonathan ile de zıtlaşmaktadır. Uyuşturucu taciri Bandita’nın kölesi haline gelir ve önce tek tek sevdiklerini kaybeder, ardından da kaçınılmaz sona doğru sürüklenir.
Oyunu izlerken kendinizi Harlem’de zannedeceksiniz.
Yazan: Kobi Brown
Yöneten: Kerem Kobanbay
Oyuncular: Hakan Çeliker, Elif Erdal, Hakan Altuntaş, Can Esendal, Adem Türker, Gizem Yönel, Arda Meriçliler


CYRANO DE BERGERAC
Bu romantik kahramanlık hikayesine eşlik ederken gözyaşlarınızı tutamayacaksınız…
Cyrano tüylü şapkasına ve harikulade tafrasına rağmen size yakındır ve sizin içinizdedir. Devrin hay ve huyu karşısında başınızı dimdik tutmak mı istiyorsunuz? Eğilmekten  kambur, sürünmekten kötürüm olmak hoşunuza gitmiyor mu? Hak bildiğiniz şeye aşık, batıl dediğiniz şeye düşman mısınız? O halde Cyrano'yu seveceksiniz,çünkü onda kendinizi bulacaksınız. Belki onun gibi " İstemem eksik olsun" demeyeceksiniz, fakat onun bu sefilliğe indirdiği tokatta, pespayeliğe karşı duyduğunuz hiddetin zaferini ve bu zaferin lezzetini duyacaksınız. Cyrano, size kendini feda etmenin ve bu feda da ölçü ve sınır tanımamanın esrarengiz sihrini hissettirecek.
Yazan: Edmond Rostand
Yönetmen: Atilla Şendil
Oyuncular: Savaş Özdural, Işık Yönt,Ayhan Aktaş,Cem Kurtoğlu, Levent Ünsal,Mustafa Dinç, Pelin Turancı, Taylan Atlıhan, Ilgın Angın, Tanju Yıldırım, Müjde Başkale, Arda Meriçliler, Adem Türker,Can Esendal.


KELEBEKLER ÖZGÜRDÜR
Dünyayı hiç görmemiş birinin gözünden görün...
Doğuştan görme engelli olan Don Baker , 35 yaşında ilk kez kendi başına yaşamaya başlamıştır. New York'taki küçük dairesinin karşısına Jill adında bir oyuncu taşınmıştır. Don ve Jill kısa bir süre sonra yakınlaşırlar. Jill dünyada hiç kimsenin görmek istemeyenler kadar kör olmadığını Don'dan öğrenir. Ve şimdiye kadar hiç görmediği bir dünyayı görür. Fakat bir süre sonra Don'ın annesi gelir ve onu kendi evine götürmek konusunda ısrar eder. Don bu ısrara karşı koyunca Bayan Baker, Jill'den kendisine yardımcı olmasını ister. Jill Don 'ın eve dönmesi için elinden geleni yapar. Fakat Bayan Baker oğlunu artık kendi ayaklarının üzerinde durması gerektiğini anlar. Don 35 yıl sonra, karanlık bir dünyada bile olsa yaşamaya başlamıştır.
Yazan: Leonard Gershe
Yönetmen: Murat Sarı 
Oyuncular: Kerem Kobanbay, Buket Dereoğlu, Bedia Ener, Hakan Çeliker.


Tiyatro Ak’la Kara;
Adres: Bahariye cd. Akyıldız pasajı no:92 Bahariye – Kadıköy
Telefon: 0216 541 43 59
http://www.tiyatroaklakara.com/ 




Vizyona Giren Filmler : 25 Eylül

$
0
0
Dördü yerli yedi filmin vizyona girdiği hafta sinema salonlarında komedi bayramı yaşatıyor... Kült kitabın merakla beklenen uyarlaması “Küçük Prens”, yerli komediler “Adana İşi”, “Yok Artık!” ve romantik komedi “Aşk Nerede?” haftanın en çok ilgi çeken filmleri... De Niro’nun piyasa işi komedisi “Stajyer” ve Sivas Katliamını beyazperdeye taşıyan “Madımak: Carina’nın Günlüğü” de diğer seçenekler. Andrew Haigh’in “45 Yıl”ıysa haftanın sinefil güzellemesi olarak oyunculuk ve yönetmenlik şöleni yaşatıyor...


Küçük Prens / The Little Prince
Yönetmen: Mark Osborne
Konu: İdealist bir anne ile meraklı kızının yeni bir yere taşınmasıyla başlayan hikâyede, küçük kız son derece iyi kalpli bir pilot ile tanışır. Küçük kız, zamanla bu yaşlı pilotun enteresan dünyasını keşfetmeye başlar. Yaşlı Pilot, yeni arkadaşına her şeyin mümkün olduğu olağanüstü bir dünyayı anlatır. Bu dünyayı keşfetmeye başlayan Küçük Kız, Küçük Prens’in evrenine doğru büyülü bir yolculuğa çıkar.
Neredeyse her yayınevinin basmasıyla adeta “Küçük Prens” çılgınlığını yaşadığımız yaşadığımız yılı taçlandıran uyarlama tüm beklentileri karşılıyor. Yönetmenin birebir uyarlama yerine küçük bir kızın üzerinden anlatması da çok doğru bir tercih olmuş. Bu etkileyici güzelliği küçük büyük herkes izlemeli... 


Adana İşi
Yönetmen: Ali Adnan Özgür
Oyuncular: Murat Akkoyunlu, Ceyda Ateş, Melih Selçuk, Aylin Aslım
Konu: 90’lı yıllarda Adana’da gerçekleştirilmiş bir banka soygunundan esinlenerek hazırlanan film, dürüst ve saf iki Adanalı kafadarın maddi zorluklar içinde geçen yaşamlarından kurtulma çabasını konu alıyor. Tesisatçı Maksut ve Şimşek, yılbaşı gecesi bankadaki su tesisatının tamiri için görevlendirilmişlerdir. Yaptıkları hamle sonunda yanlışlıkla bankanın kasa dairesinin duvarını yıkarlar ve banka kasasında duran paralarla baş başa kalırlar.


Aşk Nerede?
Yönetmen: Semra Dünda
Oyuncular: Ayça Erturan, Faik Ergin, Eylül Öztürk, Oya Aydoğan
Konu: Film, evlenme çağına çoktan gelmiş, ancak hâlâ kendisine uygun bir koca bulamamış olan, aşkı ve doğru erkeği; günümüzdeki pek çok genç kadın gibi, kafasındaki zengin, kariyerli, yakışıklı gibi uzayıp giden bir listeyle, karşısına çıkan yanlış erkeklerde arayan kariyerli bir genç kadınla, yakışıklı bir taksi şoförü arasındaki sürpriz ve imkansız bir aşkı anlatıyor. Sinemaseverlere, eğlence ve romantizmi, aşk ve komediyi, gözyaşı ve kahkahayı birlikte yaşatmak konusunda iddialı bir film.


Yok Artık
Yönetmen: Caner Özyurtlu
Oyuncular: Murat Akkoyunlu, Şebnem Bozoklu, Çağlar Çorumlu, Algı Eke, Demet Evgar
Konu: Taksici Fikret, İstanbul’un yoğun trafiğinde sabahtan akşama kadar direksiyon sallarken sık sık “Yok artık!” dedirten birçok komik olaylarla karşılaşır. Ehliyet almaya çalışan Asuman, iki aşk arasında kalan Faruk, kızı kaçırılan Cenk, sevgilisi hafızasını kaybedince ne yapacağını şaşıran Ceyda, söylediği minicik bir yalanın kurbanı olan Semih. Fikret’in dünyasının renkli yüzleri seyirciye birbirinden eğlenceli dakikalar yaşatacak.


Stajyer / The Intern
Yönetmen: Nancy Meyers
Oyuncular: Robert De Niro, Anne Hathaway, Rene Russo ile Anders Holm
Konu: 70 yaşındaki dul Ben Whittaker, emekliliğin hiç de beklediği gibi olmadığını düşünmektedir. Tekrar iş yaşamına dönmek için fırsat kollarken, Jules Ostin tarafından kurulan ve yönetilen bir moda web sitesinde stajyer olarak işe başlar.
Hey gidi De Niro... Kendisini bir Meyers filminde klişe ve anlamsız bir filmde bulmak için nasıl ikna oldu acaba? Ne verdiler de hayır diyemedi... Bu salak filmde ne işim var demeye nasıl dili varmadı? Cevapları bilen bana da söylesin lütfen...


Madımak: Carina’nın Günlüğü
Yönetmen: Ulaş Bahadır
Oyuncular: Denise Ankel, Füsun Demirel, Rıza Akın, Umut Kurt, Erdal Tosun, Altan Erkekli
Konu: Film, Sivas Katliamı’nın tek yabancı kurbanı Carina Cuanna’nın ve Madımak Oteli’ne kadar varan yolculuğunun hikâyesini Carina Cuanna’nın tuttuğu günlüklere bağlı kalınarak anlatıyor. Carina Cuanna, 1993 yılında Türk kadınının aile içi rolü ve çevre ile ilişkileri üzerine olan bitirme tezi için Hollanda’dan Türkiye’ye gelmiş ve 02 Temmuz’da Madımak Oteli’nde yanarak can vermişti.
Bunca abuk sabuk filmin arasında içimizi yakan meseleye dair önemli bir girişim kağıt üzerinde... Keşke başarıyla pratiğe dökülebilseydi. Ortaya çıkan bu tatsız tuzsuz müsamereden çok daha fazlasını bekliyorduk... Haftanın hayal kırıklığı ve uzak durulması gereken filmi...


45 Yıl / 45 Years
Yönetmen: Andrew Haigh
Oyuncular: Charlotte Rampling, Tom Courtenay, Geraldine James, Dolly Wells
Konu: Çocuk yapmadan 45 yıl evli kalan Kate ve Geoff Mercer, evlilik yıldönümlerini bir partiyle kutlama hazırlıkları içindedir. Ancak Geoff’un aldığı bir mektup ikisini de sarsacaktır. İsviçre’den gelen mektupta bir cesedin bulunduğu yazılıdır. Ceset, Geoff’un, 1962’de gittikleri tatilde bir buzulun içine düşüp ölen, Kate’den önceki kız arkadaşı Katya’ya aittir. Kate kocasını Katya konusunda sıkıştırdığında, yaşasaydı onunla evlenmiş olacağını öğrenir.
Usta oyuncularla ve iyi bir yönetmenlikle bir tiyatro oyunu izlemişcesine doygunluk veren hesaplaşma öyküsü... Haneke, Bergman ve Leigh etkileriyle sinefiller için kaçırılmayacak bir şölen...


Usta ile Ayı : Sakar ve Aptal Olmamayı Öğrenmek

$
0
0
Bir arada yaşamayı beceremiyor, farklılıkları bir potada eriterek ortak noktalar bulmaktan iyice uzaklaşıyoruz git gide... Bize bunları örnekleri öğreten kuşaklar artık romanlarda yaşıyor gibi. Şimdiki kuşaktan da ümidi kestik. Umudumuz yeni kuşaklarda. Birbirlerini etiketlemeden, üstünlük taslamadan, aşağılamadan yaşayabilirler belki. John Yeoman’ın 1984 yılında yayımlanan kitabı “The Hermit and the Bear” bu umudu yeşertecek kaynaklardan biri. Artık Sumru Ağıryürüyen’in çevirisiyle ve “Usta ile Ayı” adıyla Hayykitap etiketiyle raflarda.

26 yıl öğretmenlik yapmış, otuzdan fazla çocuk kitabı yazmış John Yeoman ilk kez Türkçede. Kitabı resimleyen de bugüne dek 300’den fazla kitaba çizgileriyle hayat vermiş Quentin Blake. Ayıları kitaplarında konu etmeyi sürdüren Yeoman bu kez sakar bir ayı ile tanıştırıyor çocukları. Fazlasıyla sakar ve kendi deyimiyle “aptal”... Ormandaki herkese yardım etme çabası niyeti iyi de olsa hep kötü sonuçlar doğurmuş. Kimsenin yanında istemediği yalnız birine dönüşmüş. Ormanda gezinirken yolunun kesiştiği usta sayesinde de maceramız başlıyor.

“Usta ile Ayı” sakarlıkları ve salaklıkları ile ormanda arkadaşı kalmamış bir ayı ile öğretmek için öğrenci bekleyen bir ustanın macerası. Yaşlı adam bir ilan asıyor: “Usta öğretmenden özel ders. Usta yalnızca bir öğrenci kabul ediyor. Tam pansiyon. Uygun koşullar. Yeni kurs başlamak üzere. Şahsen başvurun.” bu ilanı gören ayı da şahsen başvuruyor. Başvuruyu kabul etmesiyle başlayan zorlu süreç ikisinin de hayatını değiştiriyor elbette. Tahmin edebileceğiniz üzere okurunun da...

Aşçılık, iskambil, balık tutma, tekne kullanma ve ilkyardım bu derslerden bir kaçı. Her dersten alacağı notlarla sonunda kursu başarıyla bitirip diploma alma hayalleri kuran Ayı ve zorlukların üstesinden bir şekilde gelmeyi başaran ustanın öyküsü çok komik ve iç ısıtıyor. En önemlisi de çocuklara verdiği mesaj. Ayı her başarısız olduğunda üzerinde durmayan, aşağılamayan ve her durumdan pozitif bir sonuç çıkarmaya çalışan usta aslında dünya üzerinde nefes alan her insanı temsil ediyor. Tepkileri ve davranışları açısından herkes için doğru örnek. Küçük büyük herkesin ondan öğreneceği çok şey var.

“Usta ile Ayı”, birbirimizi sınıflayarak farklı olandan kaçtığımız çağda yeni nesile doğru mesajlar veren bir umut ışığı. Bu sıcacık öykünün mesajlarının çocukların içinde filizlenmesine ihtiyacımız var. 

Usta ile Ayı
Yazan: John Yeoman
Resimleyen: Quentin Blake
İngilizceden çeviren: Sumru Ağıryürüyen
Yayınevi: Hayykitap - 315
Kategori: Yaşasın Çocuklar - 57
Sayfa sayısı: 136
Birinci baskı: Ağustos 2015
Fiyatı: 12 TL

Kurucunun Kızı : Güç Arayışında Bir Piyon

$
0
0
Milenyumla birlikte edebiyat bir büyüme meselesine dönüştü. Genç yetişkin kitaplığının her geçen gün genişlemesiyle artık kim olduğuna karar vermenin eşiğindeki gençler her türlü kötülüğü bertaraf ediyor ve dünyayı kurtarıyor. Omuzlarındaki yükü sırtlanmanın yanı sıra kendilerine biçilen rollere de karşı çıkarak özgürlüklerini kazanma mücadelesi veriyorlar. Kısa sürede klasikleşen ve dünyayı etkisi altına alan fenomen kitapların çoğunlukla distopya formülü üzerinden işlemesi de sürpriz değil elbette. Ne de olsa başkaldırı için en uygun ortam uzak gelecekte yatıyor. Yeniden toparlanma sürecindeki dünyanın lider adayları da gençler elbette. Amy Engel’in büyük bir hızla çok satara dönüşen romanı “Kurucunun Kızı” da bu yolun yolcusu…

Kansas doğumlu yazar İran, Tayvan ve Amerika’nın çeşitli eyaletlerinde geçen yıllardan sonra Missouri Teksas’a yerleşmiş. Tüm zamanını yazmaya vermeden önce savuma avukatı olarak çalışmış, evli ve iki çocuk sahibi. “Kurucunun Kızı” da ilk romanı. 11 Kasım 2014’te yayımlanan “The Book of Ivy” hemen dilden dile yayılmış, övgülere boğulmuş ve yılın en çok ses getiren kitaplarından biri olarak dünyayı da etkisi altına almış. Bir distopyadan ne bekleniyorsa hepsini karşılayan kitap olarak sıfatlanmış durumda. Bizde de aynı etkiyi yarattığını görmek sürpriz olmaz elbette. Yabancı Yayınları tarafından Mayıs 2015’de yapılan ciltli baskı üst üste yaptığı baskılarla ülkemizde de aynı ilgiyle karşılandı. Merve Özcan’ın çevirisinin iyi olduğunu ve yayınevinin özenli cilt tercihinin de kitabın albenisini arttırdığını en başta belirteyim. Her zaman söylediğimi bir kez daha tekrarlayayım; ciltli kitapların sayısı daha da artmalı ve daha çok tercih edildiğini tüm yayınevleri görmeli.

“Kurucunun Kızı”, 16 yaşındaki Ivy Westfall’ın öyküsü. Her şeyi onun ağzından dinliyoruz. Bir nükleer savaşın sonrasındayız. Amerika büyük ölçüde yok olmuş ve sadece küçük bir grup hayatta kalmış. Bu grubun arasında da sorunlar oluşmuş. Öne çıkan iki aile var: Lattimer’ler ve Westfall’lar. Kalanları kimin yöneteceği konusunda çıkan savaşı Lattimer’ler kazanmış ve koydukları kurallarla yönetiliyor bölge… Barışı ve kontrolü sağlama adına her yıl yapılan törenle kaybeden tarafın kızları ile kazanan tarafın erkekleri çeşitli testlerden sonra eşleşerek evleniyor. Bu zorunluluk sayesinde popülasyonun artması bekleniyor. Kurucu aile Westfall’ların ise bu kurallara itirazı var. Eskinin kurucusu şimdinin mağlubu olarak büyük bir titizlikle ve tüm adımları detaylandırarak devrim planı yapmışlar. Bu planı sekteye uğratan ise Bishop Lattimer olmuş. Westfall’ların büyük kızı ile evlenmesi beklenirken ayrıcalığını kullanarak pas geçmiş. İşte tam bu noktada da günümüze geliyoruz, yani Ivy Westfall’ın taze gelin olmasına. Bu zorunlu evliliğe iki yıldır hazırlık yapan Ivy’nin görevi oldukça basit: Başkanın oğlunu öldürmek ve Westfall ailesinin gücünü geri kazanmasını sağlamak. Ama o kadar basit değil elbette… İçine düştüğü güç savaşında bir piyon olarak kalıp kalmayacağını okuyoruz.

“Kurucunun Kızı” tamamen ana öyküsüne odaklı bir roman. Yan öykülerle zenginleşmek yerine atmosferini hemen kurup karakterlerini tanıtarak sürükleyiciliğiyle okurun peşine takılmasını bekliyor. Modernize edilmiş “Romeo & Juliet” uyarlaması olduğunu söylemek de mümkün. Son zamanlarda okuduğum en akıcı roman olduğunu belirteyim. Neredeyse bir solukta, başladığım gibi bitirdim. Ara vermesi hayli zor. Engel’in ustalığı da araya hiç girmeden tamamen okurunu tamamen Ivy ile baş başa bırakması. Bishop ve Ivy son derece güçlü karakterler ve aralarındaki kimyayı da yavaş yavaş yaratarak sevilen bir çift haline gelmelerini sağlıyor. Eksileri de yok değil. Distopya atmosferini yeterince yaratamamış Engel, yan karakterlerini de ete kemiğe büründürememiş. Ivy’nin babası ve kız kardeşi ile Bishop’un anne ve babası karikatür gibi kalıyorlar ve sadece üzerlerine düşen klişe görevleri gerçekleştiriyorlar. Bu durum romanın tahmin edilebilir olmasını da beraberinde getiriyor. Oysa iki aile arasındaki gerilimin dozajı daha da yükselebilir ve heyecanı arttırabilirdi. Tüm bunlara rağmen keyifli bir okuma sunuyor “Kurucunun Kızı”. Özellikle de finaliyle çok başarılı ve akılda kalıcı. Ucu açık olmasının yanı sıra okurun hiç beklemediği bir son ve çok iyi bir seçim doğrusu… Yeri gelmişken belirteyim Ivy’nin öyküsü yine Kasım ayında ikinci roman ile devam edecek. “The Revolution of Ivy” şimdiden yılın en çok merak edilen romanlarından biri olarak heyecanla bekleniyor.

Distopya romanlarının tüm formüllerini başarıyla uygulayan “Kurucunun Kızı”, yarattığı romansla okurunu etkilerken iyi örgüsünü de çok iyi kurarak heyecan yaratıyor. Aldığı tüm övgüleri de hak ediyor. Türe ilgi duyanların gözden kaçırmamalarını öneririm.

Kurucunun Kızı
Orijinal Adı: The Book of Ivy
Yazar: Amy Engel
Çevirmen: Merve Özcan
Yayınevi : Yabancı
Tür: Genç Edebiyatı, Fantastik - Distopya Dizisi
Çıkış Tarihi: Mayıs 2015
Sayfa Sayısı: 272
Etiket Fiyatı: 23 TL


Hidden : Kontrolü Kaybetme!

$
0
0
Korku gerilim filmlerinin konu bulmakta zorlanmasıyla can simidi gören “dünyanın sonunu virüsle getiren filmler” furyası yönetmenlerin ilgisini çekmeye devam ediyor. Virüsle değişen insanları konu edinmenin bin bir türlüsünü izlediğimizi düşünüyor olsak da anlaşılan yapımcılar bizimle aynı fikirde değil. Meseleye farklı yönlerden bakarak sürpriz finalle seyircisini şaşırtmayı hedefleyen “Hidden” da Duffer kardeşlere can simidi olmuş, hem de ilk uzun metrajlarında...

Matt ve Ross Duffer kardeşler 2005’de çektikleri kısa metrajları “We All Fall Down” ile ilk adımı atmış ve ödülle taçlanmışlar. 2007’de çektikleri “Eater” sonrası iki kısa filmin senaryosuna imza atan ikilinin en önemli şansıysa “Wayward Pines” dizisinin senarist kadrosunda yer almak olmuş. Adlarını 2016’da daha sık duyacağımız ikili şu sıralar Netflix’de yayımlanacak dizileri “Stranger Things”in öne hazırlıklarıyla uğraşıyor. İlk uzun metrajın zamanı da bu sayede gelmiş. Filmi de tek mekanda az oyuncu ile kotarmışlar. Alexander Skarsgård, Andrea Riseborough ve Emily Alyn Lind kadronun başını çekenler.

Bir sığınakta yapıyor açılışını “Hidden”. Üç kişilik bir aileyle tanışıyoruz. Ray, Claire ve kızları Zoe... Duvara attıkları çentiklerin hesabına göre 301 gündür kendilerini dünyadan tecrit etmişler. Kapağı sıkı sıkıya kilitlemelerine rağmen Zoe korku içinde. “Soluk alanlar”dan korkuyorlar ve adlarını dahi anmamak kurallarından biri. Hayatta kalmak için koydukları diğer kurallar da; Gürültü çıkarma, kontrolünü kaybetme ve kapağı açma... Ray ve Claire için bir kural daha var; ne olursa olsun öncelik Zoe. Konserve yiyeceklerle hayatta kalmaya çalışan, güneş yüzü görmeyen ve dışarıya çıkmayı akıllarından bile geçirmeyen aile günlerini de Zoe’yi oyalayarak geçiriyor. Eğitime devam ederken oyun oynamayı da ihmal etmiyor. Claire daha katı kuralcı ve hayır demeyi biliyorken Ray kızına karşı daha yumuşak. Her şeyi değiştirense bir fare oluyor. Konserveleri boşaltan arakçıyı öldürmek isterken çıkardıkları yangının dumanı yerlerini belli edince korkularıyla yüzleşiyorlar...

Duffer kardeşler iyi bir senaryo ile yola çıkmış ve saat gibi işletmeyi de başarmışlar. Atmosferi de iyi kurarak dört başı mamur bir kapalı mekan gerilimi yaratmışlar. Ortasından başladıkları hikayenin yarattığı tüm soruları cevaplamak için de hiç acele etmeyerek doğru zamanı kollamışlar. Öncesini anlattıklarında dram ekleyerek seyirciyi de finale hazırlıyorlar. Sürpriz final hesapları için de gerekli hazırlığı yaparak soruları büyütüyorlar. Dünya virüsten kırılmış ve aile bir sığınakta. Peki ailenin kaçtığı ne? Virüslülerden mi kaçıyorlar, insanlardan mı? Elbette spoiler verecek değilim. Bu soruların cevabıyla da kalmayan film daha iyisini de yaparak getiriyor sonunu... 

Ağır ama emin adımlarla işleyen ve her dakikasında çoğalttığı sorularla seyircisinde yarattığı merak duygusunu sonuna kadar götürerek layıkıyla cevap veriyor Hidden. Distopya ve zombi filmlerini harmanlayarak kendince yeni bir bakış açısı da getirmeyi başaran iyi bir ilk film... Duffer kardeşlerin adını bir yere not etmekte fayda var. 


Sophia Loren’in Anılarla Yüklü Atlıkarıncası

$
0
0
“Gelişler ve gidişler her zaman özel anlar oluşturur ve anılarla yüklü atlıkarıncayı harekete geçirirler” diyor Sophia Loren, kitabını da adadığı hayatının en büyük mucizeleri olarak tanıttığı dört torununa kavuşacağı Noel gecesinin arifesinde. 80 yaşında bir babaanne olarak onları ağırlayacak, zaman geçirecek ve özel yemekleriyle mutlu edecek, mutlu olacak. Sırlar sandığını bize açtığında, “Evvel zaman içinde sıska bacaklı, koca gözlü, somurtkan ağızlı bir kız vardı” diyor sinemanın İtalyan efsanesi, otobiyografisi “Ieri, Oggi, Domani. La mia vita”da… Geçtiğimiz yıl çıkan kitap Kırmızı Kedi Yayınevi’nce dilimize kazandırıldı ve “Dün, Bugün, Yarın. Bütün Hayatım” adıyla Temmuz ayından bu yana rafları süslüyor.

Savaş ortamında evlilik dışı bir çocuk olarak doğan ve açlık içinde büyüyen o kürdan kız, 94 filmlik bir serüvenin sonunda biri Oscar olmak üzere bolca ödülle taçlanmış ve 20. Yüzyılın en güzel kadınlarından biri olarak anılan efsane şimdi. 20 Eylül’de 81 yaşına basarken yüzünden gülümseme eksik olmayacak. Dönemin güzel oyuncuları arasında bize daha yakın bir kadın o. Damarlarında Akdeniz kanı dolaşıyor çünkü. Sıcak, duygusal, hayatın içinden sokaklardan gelen bir kadın… Ülkesini sevdiği için bile isteye hapis yatan bir kadın. Kadın olarak da çok önemli bir figür Loren. “Vay anasını! Nereden nereye gelmiş” tepkisi onun hayat hikayesine tam oturuyor. Onca zorluğun içinden kendini nasıl inşa ettiğini de anlattığı için de değerli sözleri ve bu yüzden kitap çok daha değerli.

“Görüntüler, biletler, mektuplar, şiirler. Yatağımın üstüne koyduğum minik sandığın içindeki sırlarım hayat kokuyor ve beni zamanda yolculuğa çıkarıyor. Artık çok geride kalan gençliğime götürüyor, anılardan ve umutlardan, hâlâ gerçekleştirilmeyi bekleyen hayallerden oluşan ışıklı iz, yarına uzanan yolu gösteriyor.

Yarın Noel gecesi, her şey hazır ama ben şimdi bu bayramdan çok uzaklardayım; hayatımın içinden akıp gittiği bu anılar nehriyle sürükleniyorum. Mutluluk ve hüzün gizemli şekillerde birbirlerine düğümleniyor; ikisi de öteki olmadan var olamaz. Sevdiğim kişilerin pek çoğu artık yok ama benim içimde, çocuklarımın başlarında, yarın soframızı şenlendirecek torunlarımın hayal güçlerinde konuşmayı sürdürüyorlar.”

Tüm hayatını zerafetle “sırlar sandığı” olarak tanımlayan ve onları bizim için açan Loren, mutluluğunu ve hüznünü birbirinden ayırmadan anlatıyor. Bir zamanların sıska kızı uzun yaşamının sonunda geriye dönüp baktığında her şeyi kanıksamış, alışmak zorunda olduklarına alışmış, yitirmiş olduklarını da kalbinde yaşatıyor. İçindekileri dökerken her şeye eşit davranıyor anılarında. Sinema sevgisi ve oyunculuğa dair anılarını da yaşamıyla yoğuruyor, hazırlayacağı sofra gibi. Sanki o Noel gecesinin şeref konuğu yapıyor okurunu o sofraya ve karşısına geçip anlatıyor bilge bir kadın gibi. Güçlü kalemiyle çok da etkili oluyor anlattıkları. Renkli hayatının her durağında aynı toklukla cümleler kuruyor, nelerden güç aldığının ve hayat felsefesinin şifrelerini veriyor. Sinema meraklısıysanız zaten okuyacaksınız ama kitaptan bazı bölümleri anarak Loren’in doğum gününü kutlamış olalım ve binelim o atlıkarıncaya…

“20 Eylül 1934 günü Roma’da, Santa Margherita Kliniği’nin nikahsız anneler bölümünde cılız ve çirkince bir bebek olarak doğdum. Her zaman söylediğim gibi çeyizim bilgelik ve yoksulluk dolu bir sandıktı.” diyor Loren. Ötekilerden çok farklı ve güzel bir anne ile hayatı boyunca eksikliğini hissedeceği bir babanın kızı olarak Sofia Villani Scicolone adıyla doğmuş. Sık sık tekrarlanan aşkı ile sürekli mağlup olan ve kaybeden annesi, onun deyimiyle annecik neredeyse star olmak üzereymiş aslında. Greta Garbo’nun tıpatıp benzerini arayanların sevincini de kursağında bırakan hesapta olmayan aşk her şeyi değiştirmiş. Sophia’nın sinema yıldızı olmasına giden yolu açan da bu olmuş. Annecik Romilda Villani’nin yapamadığını kızının yapmasını görme istemesi değiştirmiş hayatını. Lakin çok zorlu bir dönemden geçmişler ailecek, ülkesindeki tüm insanlar gibi. “Çocukluğumun egemen noktası açlık” diyerek özetliyor o dönemi. 1943’de Amerikan askerlerinin şehrin sokaklarında şenlik yürüyüşü yaparken dağıttığı çikolata için “ne olduğunu bilmediği için tatmaya cesaret edemedim.” dediği açlık… Sonrası seçmeler, her soruya “yes” diyerek fiziğinin avantajıyla ilk set deneyimi ve 1950’de dört filmle başlayan oyunculuk kariyeri...

Tam da gelişmekte olan İtalyan sinemasının ortasına doğan kariyeri boyunca oynadığı filmleri hep hayat hikayesiyle bağdaştırarak anlatıyor Loren. Gökteki ayı elde etmek isteyen ama kasaba terbiyesinden vazgeçmeyen, vaatlere yüz vermeyen kız olarak atılmış sinema macerasına. Çalışmayı seven, kendini işine bütünüyle veren ve hep kendinden şüphe duyarak kendini aşan biri olarak, oynayacağı karakterlerin yaratma sürecini de yaşadıklarından nasıl çıkarttığını anlatıyor. Kurguyla hayatı birbirine harmanlayarak, dört bir yanından alıntılar yaparak... Her rol için yaşadıklarına dönmek de ona farklı bir kapı açmış. 

“Çocukluğum sürekli su yüzüne çıkıyor ve beni duygulandırıyordu. Artık yolumu bulmama karşın bir zamanlar açlıkla savaş arasına sıkıştığım, yol gösterecek bir babanın yokluğunu hissettiğim ve hayal kurmaktan başka çaremin olmadığı günleri asla unutamazdım. O minik “Kürdan”, güçlükleri ve hayalleriyle içimde yaşamayı sürdürürken geçmişin nasıl olduğunu sürekli anımsatarak hiçbir şeye garanti gözüyle bakmamam gerektiğini tembihliyordu. Benim gerçek şansım hep bu olmuştur, her gün yapabildiğim bütün güzel işler için neşelenme, yürüdüğüm yolu ölçebilme fırsatım vardı. İçinde hayat olmayan masal ve masal olmayan hayat büyüden yoksundur. Her ikisini de reddetmeden tam ortadan yürümek en güzelidir.”

Elbette birlikte rol aldığı efsane oyunculardan da bahsediyor ama özellikle ikisinin yeri onda çok ayrı. Nazik aşık olarak hayatına giren Cary Grant’i “Cary’nin Gülleri” bölümüyle anlatırken, sinema tarihinin en uyumlu çiftlerinden biri olma süreci başta olmak üzere Marcello Mastroianni’yi sık sık anıyor. Neredeyse aldığı her nefesin bir teşekkür olduğunu hissettirircesine anlattığı Vittorio De Sica’ya da bir kez daha hayranlık duymanızı sağlıyor. Charlie Chaplin bölümü de saf sinema sevgisiyle dolu leziz bir anlatımla çok keyifli.

Evli ve kendisinden 22 yaş büyük Carlo Ponti ile yaşadıklarının hayatına etkisini de anlatıyor Loren. En zoru iki kez yaptığı düşük ve anne olma isteğine zorlu bir süreçten sonra kavuşması. Özellikle altını çizmeden, acındırmadan, acımadan acıtmadan nezaketle anlatıyor yaşadıklarını. Ponti’nin ölümünü de bir cümle ile geçecek olgunlukta. En büyük sevinçlerini de aynı şekilde anlatıyor. En iyi Kadın oyuncu oscarını aldığını öğrenmesi... 1999’da en iyi yabancı film oscarını açıklamak için zarfı açtığında çocuklar gibi sevinerek “La vita è bella” demek yerine “Robertooo!” diye haykırması... Benigni’nin de sandalyelerin üzerine çıkarak yarattığı an... 

Disiplinin değerini, üzerine düşen görevi yerine getirmenin önemini, dünyada kendini huzurlu hissetmenin keyfini anneannesinden öğrenen “kürdan”, anılarla yüklü atlıkarıncasına davet ediyor sizi. İçtenliği, nezaketi ve zerafetiyle harika bir tura davet ediyor. Ulaşılamayan normalliğin yerini başarı öyküleriyle doldurduğu hayatına bakınca, hazır da eylül ayındayken “İyi ki doğdun Sophia Loren!” demek düşüyor bize. “Bir otobiyografiden daha fazlasını yazarak, yaşamanın keyfini, sinemanın büyüsünü de hissettirdiğin için iyi ki varsın!” diyerek son sözü yine ona bırakalım...

“Bellek tuhaf bir arkadaş, alıp öyle uzaklara götürüyor ki sen bile fark edemiyorsun. Geriye gitmek, kendini akıntıya bırakıp her şeyi unutmak güzel. Belki tarihlerde şaşırıyor, konuyla ilgisi olmayan şeyleri karıştırıyor, üzüntü veren ya da tutkulu olayları silerek yanlış yönlendiriyor ama onu izlemeye sabrın varsa seni gerçekten bir zamanlar yaşadığın yerlere taşıyor. Gerçekten var olduğun, var olduğuna inanamadığın yerlere. Kestirme yollar hevesine direnmek, en uzun ve ayrıntılar içinde boğulan patikalardan yürümek gerekiyor. Kimi zaman köşenin arkasında bir sürpriz gizleniyor. Bu gece yatağımın üstü anılarla örtüldü. Bir mektubun satırları, bir fotoğrafta yakaladığım bakış, renkler, sesler bana hayatımı yeni baştan anlatmak için yeniden canlanıyor ve bir başkasının öyküsüymüş, bir kitapmış gibi sayfaları çevirmemi istiyorlar.”

Dün, Bugün, Yarın... Bütün Hayatım / Sophia Loren
Özgün Adı : Ieri, Oggi, Domani / La mia vita
Çeviren : Eren Yücesan Cendey
Kırmızı Kedi Yayınları, Temmuz 2015
Dizisi : Anı
Sayfa : 368 
Fiyatı : 25 TL


* SinemaTerspektif dergisinin 9. sayısında (Eylül 2015) yayımlanmıştır.


The Visit : Köklere Dönüş

$
0
0
1999 yılına damga vuran “The Sixth Sense” ile herkesi şoke eden ve sürpriz finalli filmler furyasını başlatan M. Night Shyamalan’ın herkesi canından bezdirdiği filmlerle dolu son on yılı nihayet geride kaldı. Özellikle “The Last Airbender” rezaletiyle dibe vuran yönetmen o şanlı günlerine duyduğu özlemi gidermek için yeniden o meşhur formülü kullanmış. Bolca soru işareti ve tahmin hakkıyla izleyicisini sonuna kadar sürükleyecek bir gerilim ile köklerine dönmüş.

1992 yapımı “Praying with Anger” ile sinemaya hayli sıradan bir giriş yapan Shyamalan, altı yıl sonra ikinci filmi “Wide Awake” ile kıpırdanır gibi olsa da 1999’da tam bir fenomene dönüşmüştü. Sinemanın son altın dönemine başyapıt armağan ettikten bir yıl sonra “Unbreakable” ile kafalardaki tesadüf mü sorusunu da yanıtlamıştı. 2002’de “Signs” ile çatırdıyor gibi olsa da iki yıl sonra “The Village” ile durumu toparlamayı da başarmıştı. İşte ne olduysa ondan sonra oldu. Eleştirmenlerle girdiği savaşı da taşıdığı “Lady in the Water” kötü gidişin ilk alameti olurken, peşinden tuhaf konusuyla saçmalıklar silsilesi “The Happening” gelmişti. Meğer faciaya iki yıl varmış. 2010’da “The Last Airbender” bir yönetmen için yazılabilecek en kötü çöküş senaryosunu yaşattı Shyalaman’a... Üç yıl sonra yeniden ayağa kalkmak istediyse de “After Earth” ile biraz kıpırdanmaktan öteye geçememişti. Ve nihayet Shyalaman’ın aklını başına aldığı bir filmin yılı olmuş 2015. “The Visit” için verdiği röportajlarda umut vermişti. “Bağımsız köklerine geri dönmek, temel ve ömür boyu süren bir heyecanı – sinemada korkmayı ifade eden daha küçük bir film yapmak istedim” diyor. 

Favori yavaş ilerleyen gerilim filmleri arasında The Exorcist, Jaws, Psycho ve Alien filmlerini sayan yönetmen için film yapımı, hikayelerinin konularının karakterlerin kendilerinden çıktığı içten dışa doğru bir süreç. Shyamalan bu açıdan karakterlerinin hayatlarının doğasında olan dramdan büyüleniyor ve somut, dramatik bir temelle başlamayan gerilim filmlerinin yapmaya değer olmadığını düşünüyor.  Bu türe doğru çekilmesinin nedeni de iyi bir hikaye anlatımının verdiği olanakları takdir etmesi olduğunu ve belirsizliği hem içten hissedilen hem de yaramaz bulduğunu söylüyor. Shyamalan son dönemde daha küçük filmlerin sıcaklığını özlemiş ve ayrı düşen ve yeniden bir araya gelmenin yolunu bulmaya çalışan bir aileyi konu alan bir senaryo üzerinde çalışmış. Şöyle anlatıyor; “Hikayelerimi insanların dahil olması, eylemlerinin ve ilişkilerinin anlamı açısından düşünmek için bilinçli bir çaba harcıyorum.” 

Shyamalan anne babası boşandığında terk edilen iki çocuk olan Becca ile Tyler’ın hikayesini hayal etmiş. Zeki ve duygusal biri olan Becca, daha önce hiç tanışmadıkları anneannesiyle dedesine yaptıkları ziyaret hakkında bir belgesel çeken amatör bir film yapımcısıdır. Ayrıntılı obsesif kompulsif ritüelleriyle anksiyete sorunlarıyla uğraşan rap’çi olma hayalleri kuran küçük kardeşi Tyler’la birlikte tren istasyonunda anneleriyle vedalaşırlar, Pennsylvania’nın ücra bölgesine doğru yola çıkarak uzun yıllardır yaşamadıkları bir şeyi yaşamak üzere, büyükanne ve büyükbabanın koşulsuz sevgisini tatmak üzere yola çıkarlar. Nihayet şımartılmak ve her torunun hissetmesi gerektiği gibi hissetmeleri için karşılarına bir fırsat çıkmıştır. Ayrıca annelerinin o güne kadar onları neden büyükannelerinden uzak tuttuğunu da keşfedeceklerdir. 

Shyalaman stratejisini şöyle anlatıyor; “Film, birinci ağızdan belgesel formatında. Yazarken çıkarması çok zor olan bir dürüstlük düzeyi var. Paranormal Activity veya The Blair Witch Project gibi filmlerde avantajları bir şeyleri aynı anda yakalıyor olmalarıydı. Özgün bir his veriyordu.” Sürpriz final tercihiyle köklerine dönen yönetmenin buluntu film formatını da kullanma tercihi aslında kağıt üzerinde pek hayra alamet görünmüyordu. İlk fragmanından itibaren pek beklenti de yaratmamıştı. Lakin bu tercihin ne kadar doğru olduğu net şekilde görünüyor. Film heveslisi kızımızın dökümanteri hem atmosferi sağlamakta büyük kolaylık yaratıyor hem de gerçekçiliği sağlıyor. Shyalaman’ın yine uslu durmamasına da zemin hazırlıyor. Filme çekildiğini fark edenlerin yerli yersiz anlarda “ben eskiden oyuncuydum” diyerek replik yağdırması ve Becca’nın ağlatacak sahnelerde devreye giren müziklerden nefret ettiğini söylemesi yönetmenin gereksiz gevezelikleri. Onun dışında Shyalaman doğru strateji kurmuş ve uygulamış. Sinema heveslisi kızımız Becca zeki, duygusal ve kardeşi için ebeveyn figürü olarak filmin hikayesinin çatısı olurken, obsesif kompulsif eğilimlere sahip Tyler da filme mizahi yön kazandırıyor. Geri kalan karakterler de her zamanki gibi yönetmenin aile soruları ve travmaları için oluşmuş parçalar. Olivia DeJonge ve Ed Oxenbould da roller için ne kadar doğru seçim olduklarını daha filmin yarısına gelmeden gösteriyorlar. Onların iyi performansına Deanna Dunagan ve Peter McRobbie de katılınca tamamlanan çekirdek dörtlü ile sorunsuz bir seyir keyfi ortaya çıkıyor. 

“The Visit” spoiler vermeden anlatılacak bir film değil. O yüzden etrafından dolanmak da tehlikeli. İzlediğinizde keyfinizi kaçırmamak için özetle yetinmeniz gerekiyor. Çocukların anneanne ve dedelerinin tuhaflıklarını fark etmeleri her şeyi başlatıyor. Önce gariplikleri yaşlılıklarına verilse de durum o kadar basit değil. Bu sırada da Shyamalan geçiyor direksiyona ve seyircisine her olasılığı kafasında kurma fırsatı veriyor. Sonunda kazananın o olduğunu belirteyim sadece... İyi hesaplanmış, iyi yönetilmiş ve oynanmış bir film nihayetinde. Tatmin edici bir final de barındırıyor. Yavaş ilerleyen gerilim filmlerinden el almış olsa da onların yanına yaklaşamaması en büyük eksiği. Öncüllerinin yarattığı gibi bir zirve anı yaratmaktan bir hayli uzak... Tüm soruların cevabını bulacağı ânı heyecanlı bir şölene dönüştüremiyor ve tutuk kalıyor.

Shyamalan filmi beyaz perdede izlemeye hazırlanırken yıllardır bu kadar enerji dolu hissetmediği ve çıkan işle gurur duyduğunu söylüyor: “Ziyaret’in formatı başka hiçbir filme benzemiyor. Bu heyecan verici ve tehlikeli... Ana karakter, sinemanın gücüne inanan 15 yaşında bir film yapımcısı. Film yapımının büyülü olduğuna inandığımı düşünen çocuk olduğum halim gibi.” Heyecanını içinden taşıran yönetmenin daha küçük çaplı bir filmle köklerine dönüşünü belgeleyen “The Visit”, seyircisini çözmekten keyif alacağı bulmacaya davet ediyor. Daveti geri çevirmeyin derim...



Çağımızın Son Filozofunu Anlamak İçin Çizgibilim : Slavoj Žižek

$
0
0
Çağımızın en büyük kültür eleştirmenlerinden biri olan Slavoj Žižek’i ele alan Christopher Kul-Want ve Piero imzalı “Slavoj Žižek – Çağımızın Son Filozofunu Anlamak İçin Çizgibilim” adlı kitap NTV Yayınları’ndan raflarda...

“Batı’nın en tehlikeli filozofu”
“Yeni solun süperstar mesihi”
“Kültür teorisinin Elvis’i”

Sloven fizolof Slavoj Zizek yukarıdaki gibi başlıklara ilham kaynağı olmakta. Ama aklından aslında neler geçiyor?

Christopher Kul-Want ve Piero, popülerliğinin ani yükselişini gözler önüne sererken bir yandan da Zizek’in ekoloji ve artan yoksulluk, savaş, halk ayaklanmaları ve devrimle ilgili küresel krizleri nasıl analiz ettiğini araştırıyor.

Felsefe ve etikten, siyaset ve ideolijiden, din ve sanattan, edebiyat, sinema, kurumsal pazarlama, kuantum fiziği ve sanal gerçekliğe kadar birçok konuyu kapsayan bu kitap Zizek’in, Komünizm, Marksizm ve psikoanaliz gibi eskimiş ideolojileri yeni birer özgürlük ve haz teorilerine dönüştürmedeki ustalığını açıklıyor.

Yazarlar: Christopher Kul-Want & Piero
Çevirmen: Ezgi Keskinsoy
Tür: Felsefe, Tarih, İdeoloji, Psikoanaliz
Yayın Tarihi: Eylül 2015
Sayfa: 176
Fiyat: 17 TL


Postiga Yayınlarından Eylül Yenileri

$
0
0
2008 yılında sıra dışı bir fikirle kurulan ve bilinen anlamda yayıncılık politikası oluşturmadan, yenilikçi fikirleri ve yaratıcı kavrayışları gündeminde tutarak projeler geliştirmeyi kendine amaç edinerek, güncel eserleri halkla buluşturmayı hedefleyen Postiga Yayınları bu ay raflarda yerini alan üç yeni kitabını duyurdu... “Satılık” ile kısa sürede ikinci baskıyı yapan İlknur Birdal’dan “Karanlığın Külleri”, Elif Yılmaz’dan “Romantik Savaş” ve Ceyhan Han Ataç’tan “Elveda” bu ay Postiga etiketiyle raflarda...


Kısa zamanda 2 baskı yapan “Satılık”ın yazarı İlknur Birdal’dan Karanlığın Külleri
Bir adam, küllerinden yeniden doğabilir mi? Ve bir kadın, zifiri karanlık bir yüreğe ne kadar dokunabilir?

Kalbini korumak için acımasız birine dönüşen bir adam  ve aşkı için savaşmayı seçen bir kadın. Afra ve Devrim'in  amansız mücadelesi…

Amansız bir mücadeledir aşk; kendinle savaşırsın, duygularınla savaşırsın, sevdiğinle savaşırsın. Bir an gelir ayrılıkla savaşırsın. Acısıyla, yokluğuyla, özlemiyle  savaşırsın. Amansız savaşın hiç bitmez aslında. Âşık olduğunda savaşmayı göze almalısın.

“Seninle ben olmayacak Devrim biz olacağız. Bir bütün  olacağız. Hem de öyle güzel olacağız ki, bakan hayran,  duyan âşık olacak.”
424 Sayfa / 22 TL


Romantik Oyun’un yazarı Elif Yılmaz’dan Romantik Savaş
Birbirinden nefret eden iki insan aynı evde yaşayabilir mi?

Liz Grayson’ın, ailesiyle İngiltere’ye taşınmayı reddedince, kendine yeni bir ev bulmaktan başka çaresi kalmamıştı. Buraya kadar her şey güzeldi. Esas felaket, bir gram bile sempati beslemeyi reddettiği Christopher Gonzalez’le aynı evi tutmaya karar verdiğinde başlamıştı. Onlar artık ev arkadaşıydı! Peki, Chris uslanmaz bir çapkınken, umutsuz bir romantik olan Liz ona katlanabilecek miydi? İşte bu konu, tartışmaya açıktı. Romantizm yeteneklerini gösterme sırası şimdi Liz’deydi. Savaş başlasın… Ateş!

“Ben kaybedeceğimi bile bile cepheye yürüyordum. Silahlarım onunkiler kadar iyi değildi. Savaşa 1-0 yenik başlamış olmanın zayıflığı ve yorgunluğu içindeydim; ama bunların hiçbirini bilmiyordum. Keşke birileri beni uyarmış olsaydı.”
384 Sayfa / 20 TL


Elveda / Ceyhan Han Ataç
Eğer bunları okuyorsanız, ben çoktan ölmüşüm demektir. Tıpkı yorgan örter gibi, toprak örtmüşlerdir üzerime. Bedenim çürümeye başlamıştır. Ve ben, ölmeden önce, onlar beni öldürmeden önce bir hikâye yazdım.

Adı “ELVEDA” olan, ibretlik bir hikâye. Okuyacağınız satırlar, işte o hikâyenin başlangıcı.

Aslında böyle olsun istememiştim. Ama yaşadığım şeyler ve bana bunları yaşatan kişiler, okuyacağınız hikâyenin doğmasına sebep oldular. Yazılan bütün cümleleri bitirip de son noktaya geldiğinizde, bu hikâyeyi neden yazdığımın cevabını bulacaksınız. İşin garip tarafı ise, hikâyemin bittiğini gösteren o son nokta hayatımın da bittiğini gösteriyor. O başka bir şehre gitti. Ben olduğum yerde kaldım.

İnkâr edemem. Canım acıdı. Yüreğim yaralandı. İşin garip yanı ise, bu uğurda acı çekmek hoşuma gitti. Ayrılığa dair şarkılar dinledim. Küçük küçük hüzünler inşa ettim. Sonra da onları kendi üzerime yıktım.

Hüzünlerin enkazı altında kalmayı seviyordum.
160 Sayfa / 14 TL


Tiger House : Cesur Rehine

$
0
0
Son dönemde moda olan ev basmalı gerilimlerin ardı arkası kesilmiyor. 1970’li yıllarda haydutların güvenli kasabalarına gelebileceğini görerek şok olan izleyici, 2000’li yıllarda tüm güvenlik önlemlerini bertaraf ederek evine giren kötü adamlarla her an ölüm kalım savaşına gireceğine alışmış durumda. Her daim bir kahraman çıkarmaya da artık hazır... 2015 yapımı İngiltere & Güney Afrika ortaklığı mütevazı gerilim “Tiger House” da kötü adamların ev basmasını işliyor...

Sadece Tayvan’da vizyona giren ve direkt internet ortamında izleyiciye sunulan filmin senaryosunu Simon Lewis kotarmış. 2014 yapımı “The Anomaly”den sonra ikinci senaryosunda... Yönetmen koltuğundaysa kısa metrajlarından sonra ilk uzun metraj deneyimine soyunan Thomas Daley oturuyor. Filmin ilgi çekici olmasını sağlayan Kaya Scodelario ile Dougray Scott’a Ed Skrein, Brandon Auret, Langley Kirkwood, Julie Summers, Daniel Boyd ve Andrew Brent eşlik etmiş. Kuşağının en güzel kadınlarından Scodelario ve “The Transporter Refueled” ile yıldızlığa doğru evrilen Skrein’in üzerinden tanıtımı yapılan filmin ana damarı da ikisinin arasındaki çatışma...

“Tiger House” açılışını cep telefonu ile çekilmiş bir videoyla yapıyor. Sakarlığıyla tanıdığımız Mark ve Kelly’nin aralarındaki sınıf farkını da anlıyoruz hemen. Mark’ın annesinin Kelly’i küçümseyerek ilişkiye karşı çıkması da ondan... 12 saati anlatan film Kelly’nin Mark’ların evine gizlice girmesiyle kuruyor saatini. Eve de onun sayesinde giriyoruz... Güvenlik kameralarının görüntülerini de sık sık kullanan Lewis, bir şeyler olacağının da haberini vermiş oluyor. Kelly’nin hamilelik haberini vermesini de araya sıkıştırıp ailevi çatışmaları da aradan çıkardığı girişinden hemen sonra kötü adamlarını devreye sokup ev basmasını gerçekleştiriyor. Mark’ın üvey babasının çalıştığı yeri soymak üzere evi basan hırsızlar aileyi rehin alıyor ve sabahı beklemeye başlıyor. Hesapta olmayan Kelly’nin saklanması ile ölüm kalım savaşı da başlıyor...

Klişe karakterleriyle çok bildik bir konuyu işleyen “Tiger House”, ekip içerisinden iki kişiyi öne çıkararak birini psikopat ilan ederken diğerini de içindeki son iyiliği kullanmaya karar veren adam olarak resmediyor. Zengin ailenin boyun eğmesine karşın fakir ve gururlu kızımız Kelly’nin aldığı jimnastik eğitimin de yardımıyla başkaldırması da düz bakışın diğer noktası. Bu kötü senaryoya rağmen Daley hem iyi bir tek mekan gerilimi kurmuş hem de sürükleyici bir tempo yaratmış. İzlemeye başlayan seyircisini ne olacağını bilse bile sonuna kadar filmin içinde tutmayı başarıyor. Lewis’in senaryosu biraz daha akla yatkın ya da yaratıcı olsa daha keyifli bir seyirlik çıkarabileceğini de gösteriyor.

24 Ağustos’tan itibaren internet üzerinden seyirciye sunulan filmin aldığı geri dönüşlerin ortak noktası en azından sıkılmadan izlenebilir olduğu. Kaya Scodelario hayranlarının alkış yağmuruna tutmasının altında tam da onu görmek istedikleri rolü canlandırması yatıyor. Bildik ve sıradan senaryosu, vasat oyunculukları ve tekdüze tiplemeleriyle “Tiger House” sadece harcayacak boş vakti olanların gönlünü hoş tutabiliyor...


Bize Kalsa Böyle Geçerdi Akşamlar : Kendimizden Kaçardık

$
0
0
Son dönemde iyiden iyiye bir roman kahramanı gibi kullanılıyor Ankara. Ankaralı yazarların da giderek daha çok ilgi gördüğü gerçeğini buna ekleyelim. Serhan Ergin’in yeni romanı “Bize Kalsa Böyle Geçerdi Akşamlar” da Ankaralı bir roman. Sokakları ve mekanlarıyla şehrin dokusunun arka fon olmaktan fazlası” olduğu bir roman. Ağustos’tan bu yana İletişim Yayınları’ndan raflarda…

1984 Ankara doğumlu yazarı 2011 yılında Everest Yayınları İlk Roman Ödülü’nü kazandığı “Yürek Tutsağı” ile tanımıştık. Dört yıl sonra karşımıza ikinci romanı ile çıktı.  Bir günah çıkarma romanı “Bize Kalsa Böyle Geçerdi Akşamlar”. Mahir’in Zafer’e içini dökmesinin romanı… Yargılamalardan önce doğruyu ve yanlışı neye göre belirleyeceğimiz sorgulamalarının romanı. Çoğunlukla da kendinden kaçışların…

“Hangi insan bir diğerinden daha iyi olabilir? Daha doğru? Doğruluk nedir dostum, iyilik nedir? Kim belirler yanlışı, doğruyu? Beyninin içindekileri saklamanın doğru olacağını kim söylemiş? Kim söylemişse halt etmiş. Bir insan tek bir ömür yaşıyorsa, ömrüne de refakat eden, silinmez, acıyan ve kaşınan bir yarası varsa içinde, kim kimi, nasıl yargılayabilir?”

Bir aşk üçgenini anlatıyor roman. Mahir ve Zafer her şeyi birlikte yapmayı seven iki dost… Üniversite yıllarında başlayan dostlukları, Zafer’in sevgilisi Filiz’in hayatlarına eklenmesiyle önemli bir sınavdan geçiyor. Yeni üçlü yiyip içmeler, kafe gezmeleri, operaya gidiş, bisiklete binmeler, uzun yürüyüşler derken Ankara sokaklarını muhabbetle arşınlıyor. Ama Filiz bu, sıradan bir kadın değil… Sıradan tip Zafer’in “benimle sevgilisi olmasına şaşırıyorum” dediği bir kadın, etkileyici bir kadın. Elbette Mahir de etkilenince dostluk bir aşk üçgenine yelken açıyor. 

Aşk üçgeni hikayesinin sadece edebiyatta değil sanatın her alanında da defalarca işlendiği ve konu olarak bayatladığını düşünürsek bildik bir konuya sahip roman. İşleyişi de oldukça tahmin edilebilir. Okur için herhangi bir sürpriz yok. Neden okumalı sorusunun cevabıysa Ergin’in doğru seçimlerinde saklı. Ankara karakterinin baskınlığının yarattığı iyi atmosferin yanı sıra, ince detaylardan beslenen yazar üçlüyü olabildiğince gerçek kılıyor. Bu minimal ve yalın anlatım okurun romanın içinde kalmasını sağlarken aslında hayli sıradan olan karakterlerini de özgünleştiriyor. Bir şekilde hepimizin kendini içinde bulduğu o üçlü olma hali, sevgililerin yanındaki fazlalık olma halini hatırlatacak anlara dokunuyor. Bu dokunuşlar ve peşi sıra gelen sorularla yakaladığı ritm ile akıcılığı sağlayan yazar böylece hiçbir albenisi olmayan klişeyi anlatmanın dezavantajlarını da bertaraf etmeyi başarmış. Ne de olsa ne anlattığın değil nasıl anlattığındır önemli olan. Anlatıcısının karakterini yaratma ve yansıtmada başarılı ama Filiz karakteri için aynı şeyi söylemek zor. Ayakları yere basmayan, ütopik ve çok temsili bir karakter. Mahir “Herhangi bir kadın değildi, Filiz’di o,” diyor ama bu kadar düz erkek bakışı ve klişesinden ibaret olmasaymış keşke. 

“Her insanın bir gizi var, bir gizi yaşatıyor içinde. Görünen, bilinen hayatından başka bir de o gizini taşıdığı, “içerideki” yaşamı var insanın. Eylemlerinin, karar ve tercihlerinin görünmeyen hâkimi, hatta çoğu koşulda kendisinin dahi bilmediği. Beynin gri kıvrımları, labirentleri içinde saklanan bir kesik, bir yara. İnsanın gizi yarasından doğuyor, ondan kök alıyor. Yara acıtıyor, kanıyor, hatta bazen baş edilemez oluyor. Yaraya göğüs gerenin göğsü yırtılıyor. Dayanamayan ise lanetleniyor. Çünkü bu yaralar, dostum, insanlarca kabul edilenlere ters düşüyor, kabul etmiyor doğruları, uymuyor kurallara. Kurallar var; iyi insan olmanın kuralları, doğru davranmanın kuralları var. Yaralar kural tanımıyor oysa. Delilik, işte bu kural tanımazlıktan çıkıyor. Yarasını gizlemeyen, örtmeyen, onu yaşamak isteyenlere deli deniyor. İyi saklayabilense akıllı oluyor bu dünyada. Oysa delilik herkesin içinde, herkesin beyninde var bir kesik.”

“Bize Kalsa Böyle Geçerdi Akşamlar”, “Her insanın bir gizi var” diyen Mahir’in içinde yaşattığı gizleri açık edişinin romanı... Konuşulanlardan çok konuşulmayanların, “iç”e bakışın romanı. Bize kalsa böyle geçerdi akşamlar... Kendimizden kaçardık, mutsuzluğumuzdan...

Bize Kalsa Böyle Geçerdi Akşamlar / Serhan Ergin
İletişim Yayınları
1. baskı - Ağustos 2015
184 sayfa
16,00 TL


Helikopter Yayınevi’nden Bir Jean Echenoz Daha : Kraliçenin Huysuzluğu

$
0
0
Yeni Realizm akımının önde gelen yazarlarından Jean Echenoz’un bir kitabı daha okurla buluşuyor. Kısacık büyük romanlar yazan Echenoz’un geçtiğimiz yıl yayımlanan romanı “Caprice de la reine”, “Kraliçenin Huysuzluğu” adıyla Helikopter Yayınevi’nden raflarda...

1947 doğumlu Fransız yazarı bugüne dek duymayanlar için tanıtmış da olayım. Duru bir dil ve üslup haline getirdiği süssüz anlatımı ile edebiyat çevreleri tarafından büyük ilgi ve takdir toplamış bir isim. Müthiş bir üslûpçu... Fransa’da "Fransız edebiyatının son yıllarda yetiştirdiği en büyük ustalardan" sayılan Echenoz, 1983 yılında yazdığı "Cherokee" adlı romanıyla Médicis Ödülü’nü aldı. 1989’da yayımlanan "Lac" adlı eseriyle de Avrupa Edebiyat Ödülü’ne değer görüldü. Yazarın Türkçe’deki ilk romanı "Ben Gidiyorum", 1999 yılında Fransa’nın en saygın edebiyat ödülü olan Goncourt’u kazandı. Doğan Kitap ve Kırmızı Yayınları’nın bir iki kitaplık denemesinden sonra yazarın kitapları Helikopter Yayınevi tarafından yayımlanıyor. Yeri gelmişken “Bir Yıl” ve “Şimşekler”i tavsiye edeyim. Uzun süredir baskılarını bulunmayan “Ravel” ve “Piyano”yu da bulursanız kaçırmayın.

Hemen hepsi öneri ya da istek üzerine yazılmış, insanı tuhaf bir biçimde etkisi altına alan bu öyküler, Echenoz’un dünyaya eşi benzeri olmayan bakışını özetliyor adeta. “Ne basit yazıyor” diyebilirsiniz, “sadece gördüğünü anlatıyor, olayları art arda diziyor, o kadar.” Ama neleri görüyor Echenoz? Gördüklerini hangi sırayla anlatıyor? İşte bu sorunun yanıtıdır Echenoz’u eşsiz kılan. Biraz uzak, biraz alaycı bir edayla her cümleyi ince ince kurar, her sözcüğü titizlikle seçer, kendimize, çevremize, açmazlarımıza bambaşka bir gözle bakmamızı sağlar. “Le Bourget’de Üç Sandviç,” trenle bu hüzünlü banliyö kasabasına sandviç yemeğe, üstelik üç kez giden bir adamı anlatır. “Luxembourg Bahçesi’nde Saat Yönünde Yirmi Kadın” eski Fransa kraliçelerinin heykellerini birkaç satırda betimler. “Kraliçenin Huysuzluğu” ise ... eh, bu öykünün can alıcı noktasını ise siz bulun.

Özgün Adı : Caprice de la reine
Türkçesi : Orçun Türkay
Öykü
Helikopter Yayınevi
1.Baskı Ekim 2015
64 sayfa
10,00 TL

Edgar ve Allan Poe’nun Gizemli Serüvenleri’nden Son Kitap: Kedi ve Sarkaç

$
0
0
Meşhur yazar Edgar Allan Poe’nun küçük-küçük-küçük-küçük yeğenleri olan tek yumurta ikizi Edgar ve Allan henüz yedi yaşındayken, anne babalarını (Irma ve Mal Poe) bir kazada kaybederler. Irma ve Mal, Bradbury Telekomünikasyon Uydusu uzaya fırlatılmadan hemen önce son düzenlemeleri yapmak üzere uyduya girdiklerinde kapı kapanır ve onlar da uzaya fırlatılırlar. O gün bugündür yengeleriyle amcaları (Judith ve Jack Poe) ve muhteşem kedileri Roderick’le birlikte yaşayan çocuklar eşek şakalarından, acayip deneyler yapmaktan, gizli mesajları çözmekten büyük zevk alırlar. İlgi alanlarına giren diğer şeyler antik diller, bilim, edebiyat, dedektiflik ve sevgili Roderick’e garip numaralar (düğüm çözme, ölü taklidi yapma vb.) öğretmektir. Öte yandan ikizlerin çok ama çok tuhaf bir özellikleri vardır: Zihinleri ortak işliyordur. Öyle ki apayrı yerlerde olduklarında bile birbirlerinin ne düşündüğünü, ne yaptığını ve ne söylediğini bilirler. Sadece dış görünüşleri değil, içleri de birdir. Elbette bu zihin ortaklığı onları sıradışı çocuklar yapar. Okulda afacanlıklarıyla öğretmenleri canlarından bezdirirken, arkadaşlarının gönüllerini fethederler. 

Kötü kalpli birilerinin Edgar ve Allan’ın bu tuhaf özelliğinden elbette haberi vardır. Profesör Perry denen çılgın bilim insanı, “kuantum dolaşıklığı” diye açıkladığı bu özelliği hain amaçları için kullanmak istemektedir ve bu uğurda elinden geleni ardına koymaz. Gelgelelim çocuklar keskin zekaları ve kendilerine gönderilen gizemli mesajlar sayesinde Perry’yi alt etmeyi başarırlar. Ardından Perry ailesinden iki kişi (profesörün kızı ve annesi) daha başlarına musallat olur. Yeni düşmanlarıyla başa çıkarken, kendileri gibi tek yumurta ikizi olan Em ve Milly Dickinson kardeşler ve hayalet bir çiftle tanışırlar. Kötülükle savaşlarında bu sefer yeni arkadaşları ve yine gizemli mesajlar imdatlarına yetişir. Son maceralarındaysa hiç tahmin etmedikleri bir düşmanla karşı karşıya kalırlar ve onu da arkadaşları, kedileri ve yine gizemli mesajlarla bozguna uğratırlar. 

Her üç kitapta da karşımıza çıkan bu gizemli mesajların sahibi, Öbür Dünya’da yaşayan Edgar Allan Poe’dan başkası değildir. Önce görev yaptığı Kurabiye Falları Bölümü’nde hazırladığı fal yazıları aracılığıyla yeğenlerini uyarır, ancak huysuz patronu Shakespeare bundan rahatsızdır, çünkü fallar diğer dünyaya giderken biraz değiştiği için yanlış anlamalara sebebiyet vermekte, ama daha önemlisi Poe kuralları çiğnemektedir. Bunun sonucunda rütbesi düşürülür ve Araba Plakası Bölümü’ne atanır. Böylece Poe yeğenlerini araba plakaları üzerinden uyarmaya çalışır, ama yine patronunun gazabına uğrayarak Hayvan Dilleri Bölümü’ne gönderilir. Bu zor zamanlarında Poe’ya ünlü şairler Emily Dickinson ve Walt Whitman ile Homeros destek olurlar.

Haylazlıklarıyla sınır tanımayan akıl küpü ikizlerin üç kitaptan oluşan serüvenleri hem çocuklar hem de çocukluğunu unutmamış yetişkinlere keyifli bir okuma sunuyor. Yazar Gordon McAlpine’ın bolca edebiyat göndermesi (Edgar Allan Poe öyküleri, Shakespeare, Emily Dickinson ve Walt Whitman şiirleri, Arthur Conan Doyle’un yarattığı Sherlock Holmes karakteri, Frank L. Baum ve Oz Büyücüsü kitabı, Homeros, T. S. Eliot) yaptığı seri, çocukların bu önemli yazar ve şairlerle eğlenceli bir şekilde tanışmalarına ön ayak oluyor. Kelime oyunlarından yararlanılarak yaratılmış birçok bilmece, şifre ve ipucu serüvenleri heyecanlı kılıyor. Ayrıca fizik, matematik, gökbilim gibi bilim dallarına da göz kırpılıyor. Yazar, çocukların içinde sanata, edebiyata ve bilime karşı bir kıvılcım oluşturmak için hikayesini geleneksel eğitimin kasvetinden uzak tutup, işlediği alanların aslında ne kadar eğlenceli ve engin bir dünyaya sahip olduğunu gösteriyor çocuklara. Öte yandan çizer Sam Zuppardi’nin karakter, mekan ve olay tasvirleri de metni zenginleştiriyor. Üç kitaplık bu eğlenceli macerada kardeş olmanın, zorluklar karşısında hemen pes etmemenin, arkadaşlığın, kendini ifade etmenin, bilimi temellendiren kuşkuculuk ve araştırmanın, aklıselim sahibi birer birey olmaya karşı çocukları eğitecek daha onlarca verinin temelleri atılıyor.

Yazar hakkında:
Gordon McAlpine, ilk kez çocuklar için yazıyor. Daha önce yetişkinlere pek çok roman yazıp, kitaplarında büyülü gerçekliğe ve gizemli konulara yer vermiş. South California’da eşiyle beraber yaşıyor. Poe ikizleri hakkında daha fazla bilgi için www.The-poes.net, yazar hakkında daha çok şey öğrenmek istiyorsanız da www.gordonmcalpine.net sitelerini ziyaret edebilirsiniz.

Çizer hakkında:
Sam Zuppardi, okulda çalışması gerekirken resim yapardı. Şimdi İngiltere’de hayalet yürüyüşleri için çok iyi bir şehir olan York’ta yaşıyor. Bir de The Nowhere Box adında resimli bir kitabı bulunuyor. Daha fazla bilgi için www.samzuppardi.com sitesini gezebilirsiniz. 

Edgar ve Allan Poe kardeşlerle tanışmaya hazır mısınız?
Birbirinin eşi iki kişi, hem dışları bir, hem içleri,
Okuyabilirler birbirlerinin zihinlerini,
Zalim eşek şakalarıyla efsane ikili.
Adamın biri ikizlerin anne babasının peşindeydi,
Aynı kişi onları takip ediyor şimdi.
Mizah, gizem, kuantum, komik kurabiye falları, şifreli mesajlarla dolu Edgar ve Allan Poe’nun Gizemli Serüvenleri’ne HOŞ GELDİNİZ!

1. Kitap: Hikaye Başlıyor
Türkçesi: Bilge Ceren Şekerciler
190 s. / 15 TL

2. Kitap: Tüyler Ürperten Bir Gece Yarısı
Türkçesi: Nurcan Başer
176 s. / 15 TL

3. Kitap: Kedi ve Sarkaç
Türkçesi: Nurcan Başer
206 s. / 17 TL


Stephen King’in Merakla Beklenen Romanı 9 Ekim’de Raflarda!

$
0
0
Stephen King’in merakla beklenen Finders Keepers adlı romanı Kim Bulduysa Onundur adıyla Altın Kitaplar Yayınevi tarafından Türkçeye kazandırıldı! Kitap 9 Ekim’de okuyucusuyla buluşacak!

Gerilim romanlarının usta ismi Stephen King,  Kim Bulduysa Onundur ile yazar-okur ilişkisinin sınırlarını zorlayacak. Bay Mercedes romanının devamı niteliğinde olan Kim Bulduysa Onundur yazarlığın gücüne ve edebiyatın bir hayatı nasıl değiştirebileceğine dair sarsıcı bir roman olarak okurlarıyla buluşmayı bekliyor!  

"King, Çılgınlığa Yine Kafadan Bir Dalış Yapıyor”
İnzivaya çekilmiş ünlü bir yazar; intikam duygusuyla dolu saplantılı ve öfkeli bir okur; soğukkanlı bir cinayetin ardından yıllarca gömülü kalmış, içi hazine değerinde onlarca defterle dolu bir bavul.

Hazineyi kim bulacak? Dahası, ona sahip olmak cehennemin kapılarını açmaksa eğer, bu ateşte kim yanacak?

"King, Sadist ve Medyum’da olduğu gibi, çılgınlığa kafadan bir dalış yaparak yazar-okur ilişkisinin sınırlarını zorluyor... Öykü yüksek performanslı bir araç gibi kimi zaman kükrüyor, kimi zaman mırıldanıyor, kimi zaman da fazlasıyla eğlendirici. Ayrıca en dikkatli okuyucuların bile gözünden kaçabilecek kadar sinsice, edebi eleştirilerle dalga geçebiliyor.” —Kirkus Reviews

Kim Bulduysa Onundur / Stephen King
Orijinal Adı: Finders Keepers
Çevirmen: Mehmet Gürsel
432 sayfa
27.00 TL


Vizyona Giren Filmler : 2 Ekim

$
0
0
Üçü yerli yedi filmin vizyona girdiği haftada her zevke göre film mevcut. Merakla beklenen Ridley Scott imzalı bilim kurgu “Marslı”, 80 ihtilaliyle hesaplaşan “Kafes” ve ilk kadın yönetmenli yerli korku “Vesvese: Cin Tuzağı” haftanın öne çıkan filmleri. Lucasfilm imzalı animasyon “Tuhaf Bir Sihir”, Brian Helgeland’ın suç dünyasının kapılarını araladığı “Efsane” ve yüzyılın satranç maçını konu alan “Şah Mat” da diğer seçenekler. Zeki Demirkubuz’un “Bulantı”sı da sinefillerin meraklı bekleyişini hüsranla sona erdirmek üzere vizyonda...


Marslı / The Martian
Yönetmen: Ridley Scott
Oyuncular: Matt Damon, Jessica Chastain, Kate Mara, Kristen Wiig
Konu: Mars’a gönderilen arstranotlardan Mark Watney şiddetli bir fırtına sonrası öldü sanılarak ekibi tarafından terk edilir. Ancak Watney hayattadır ve kendisini Mars’ta yapayalnız bulur. Elindeki sınırlı olanaklarla, zekasını ve dayanıklılığını kullanarak dünyaya yaşadığına dair bir sinyal gönderir. Bilim adamları ‘Marslı’nın eve dönmesi için uğraşırken, ekip arkadaşları da kurtarma operasyonunda yer alırlar.
Romanı okumuş biri olarak filmi çok umursamadığımı baştan söyleyeyim. Sürükleyici, okuruyla dertleşen ve ince esprilerle dolu romanın konu olarak çok zengin olmaması bunda baş etken... Filme çekilmesini sağlayan şeyi merak ettim yine de. Herkese hitap edebilecek bir bilim kurgu olmasının avantajını kullanan Scott, tipik bir “çok satar”dan “çok izlenen” yaratmayı başarmış. Üstelik romanın eksiklikleri ve gereksiz oyalanmalarını da bertaraf ederek heyecanla izlenen bir seyir keyfi yaratmış. 


Vesvese: Cin Tuzağı
Yönetmen: Sümeya Kökten
Oyuncular: Okan Aydın, Duygu Yenilmez, Mustafa Ağdere. Defne Vardarlı, Layla Onlen
Konu: Cinler insanlara vesvese vererek musallat olurlar. Alev ile ilişkisi güzel giden Murat’ın hayatı Ceren’i tanımasıyla tamamen değişir. Aşkına karşılık bulamayan Ceren’in yaptığı küçük bir büyü Murat’ın hayatının kötüye gitmesine neden olur. Alev ve Gülseven, Murat’ı bu musallattan kurtarmak için yoğun bir çaba içine girerler.
Cinler insanlara musallat olmayı bıraktı, yönetmenlerimize musallat oldu! 


Kafes
Yönetmen: Mahmut Kaptan
Oyuncular: İsmail Hacıoğlu, Nilay Duru, Şefik Onatoğlu, Fırat Şahin, Barış Küçükgüler
Konu: Film, 12 Eylül olaylarında haksız yere cezaevlerine atılan, işkenceye maruz kalan ve ortak noktaları vatan olan masum gençlerin hikâyelerini beyazperdeye taşıyor. O dönem gençlerin konulduğu cezaevi olan Ulucanlar Cezaevi’nde yapılan çekimlerdeki sahneler izleyenleri gözyaşlarına boğacak.
Sinemamızın uzun zamandır yüzleşemediği olaylara nihayet girişmesi güzel de, bunu tek bir bakıştan ve bir ideolojiden yapınca ortaya hesaplaşma değil propaganda çıkıyor. Tuhaf bir müsamerenin kendine yandaş aramasına dönüşüyor. Kağıttan karakterleriyle kötü senaryo kendi kendini kafeslemiş...


Efsane / Legend
Yönetmen: Brian Helgeland
Oyuncular: Tom Hardy, Emily Browning, David Thewlis, Christopher Eccleston, Paul Bettany
Konu: 1950’li ve 60’lı yıllarda İngiltere’de terör estiren gangster ikiz kardeşler Ronald Kray ve Reginald Kray kardeşlerin gerçek hayat hikâyelerinin anlatıldığı Efsane (Legend), Kray kardeşlerin bir şehri hakimiyeti altına alışının ardında yatan sırları ve acımasız yeraltı suç dünyasının kapılarını aralıyor.


Şah Mat / Pawn Sacrifice
Yönetmen: Edward Zwick
Oyuncular: Tobey Maguire, Liev Schreiber, Peter Sarsgaard, Lily Rabe
Konu: Film, Amerikalı satranç duayeni Bobby Fisher’ın Rus rakibi Boris Spassky ile 1972 yılında karşılaştığı “Yüzyılın Maçı”nı konu alıyor. Yapımcı Gail Katz, milyonlarca insanın dikkatini çeken, bir satranç oyuncusunun bir boksör veya bir rock yıldızı kadar meşhur olduğu ve “Yüzyılın Maçı” olarak adlandırılan hadisenin neden filmi yapılmamış diye merak ettiğini söylüyor.


Bulantı
Yönetmen: Zeki Demirkubuz
Oyuncular: Zeki Demirkubuz, Şebnem Hassanisoughi, Öykü Karayel, Çağlar Çorumlu
Konu: Ahmet, sevgilisiyle birlikte olduğu gece karısı ve küçük kızını trafik kazasında kaybeder. Kimseyi umursamayan biri olarak bu olaydan pek etkilenmeden yaşamına devam eder ama bir süre sonra, görünürde bir sebep olmaksızın kendinde ve yaşamında bazı değişimler olmaya başlar. Küçük terslikler, tuhaf aksilikler art arda gelmekte, çok sevdiği kadınlarla arası bozulmakta, hayat karşısında zorlanmakta ve beklenmeyen zafiyetler göstermektedir.
Demirkubuz’un “Masumiyet” ile attığı dev adımın sonrasını getirmektense popülerlik peşinde koşması, başka yönetmenleri kıskanıp onlara laf sokma ve gereksiz göndermelere girişmesi, her röportajında tribünlere oynaması gibi başkalaşması doğal olarak sinemasına da yansıyor. Berbat bir film çekerek seyircisini itmiş ve sıkıntıdan öldürmüş. Finale kadar gidebilecek seyircisi kaldıysa sabrının sonunu alabilir ama filmi yok saymak daha mantıklı.


Tuhaf Bir Sihir / Strange Magic
Yönetmen: Gary Rydstrom
Konu: “Bir Yaz Gecesi Rüyası”ndan ilham alınarak yapılan zıpır bir peri masalı. Bu animasyonda güçlü bir iksir için verilen savaşta goblinler, elfler, periler ve diğer yaratıklardan oluşan renkli karakterlerin hikayesi, son 60 yılın popüler şarkılarından esinlenerek anlatılıyor. Lucasfilm Animation Singapore and Industrial Light & Magic, birinci sınıf bir animasyon ve görsel efektlerle büyüleyici bir ormanın altını üstüne getiriyor.



Ballers : Erken Emeklilik Kaygıları

$
0
0
Sinema yıldızlarının televizyon dizilerinde oynama furyası artarak sürüyor. Ödül hanelerine bir de Emmy ekleme isteğiyle kendine dizi arayan oyuncular olmasından şimdilik herkes memnun. Seyircinin de onların varlığıyla en kötü diziyi bile izliyor oluşu sayesinde en azından sezonu tamamlama garantisi gören yapımcılar artık kış sezonu ile de sabit kalmıyor ve yaz sezonu denemelerine de girişiyor. Bu girişimlerin şimdilik sonuncusu “Ballers” Amerikan futbolunun yıldız oyuncularına spot ışığı doğrultuyor.

Dizinin yaratıcısı “Entourage”in senaristlerinden Stephen Levinson... Tv için çektiği kısa filmlerden sonra ilk dizisinde. İşi çok sıkı tutan Levinson, senaryoyu da NFL’in taze emeklilerinden Rashard Mendenhall ile birlikte kotarmış. Super Bowl şampiyonluğu ve 2007 yılının en iyi ofansif oyuncusu ödülü de bulunan kariyerine 2014 Mart’ında nokta koyan Mendenhall, “bundan sonra ne yapacaksın?” sorularına “yazacağım” yanıtını vermiş. Çok geçmeden de tam yerinde... Levinson’un bir diğer kozu da ilk bölümün yönetmen koltuğunu Peter Berg’e teslim etmek olmuş. “The Kingdom”, “Hancock”, “Battleship” ve “Lone Survivor”ın yönetmeni olarak tanıdığımız Berg, adını sonradan diziye de dönüşen “Friday Night Lights” ile duyurmuştu. Sonraki bölümleri de ağırlıklı olarak dizi dünyasının ödüllü yönetmenlerinden Julian Farino’ya teslim etmiş. Dizinin bu kadar ilgi görmesini sağlayan Dwayne Johnson’un başını çektiği oyuncu kadrosunda da John David Washington, Omar Benson Miller, Donovan W. Carter, Troy Garity, Jazmyn Simon, Rob Corddry, London Brown ve Dulé Hill gibi tanıdık simalar bulunuyor. 

Spencer Strashmore ile tanışıyoruz. Zamanının popüler futbolcularından biri olarak tüm şehrin sevdiği simanın futbolu bıraktıktan sonra hayatı istediği gibi gitmemiş. Kazandığı büyük paralar suyunu çekince geçimini sağlamak üzere iş hayatına atılmış. Büyük bir finans danışmanlığı firmasının spor bölümünde Joe Krutel ile birlikte çalışıyor. Ondan beklenen de spor camiasındaki tanıdıklara ulaşması. Krutel’in ifadesine göre patron sevmemiş ve istememiş bile. Strasmore bir yandan kendisini kabul ettirmeye çalışırken diğer yandan da futbolcuların akıl hocalığını yapması da dizinin konusunu oluşturuyor.

Saygı duyulan ve sevilen, insan ilişkileri iyi Strashmore’un üzerinden akan dizi karakter yaratmada hayli başarılı. Birlikte çalıştığı ve mali işlerden sorumlu Joe nerede ne konuşacağı tahmin edilemeyen bir ezik. Onun aksine ünlü menajer Jason ise tam bir profesyonel ve tam bir iş bitirici. Diziyi izlenir kılan karakterlerse futbolcular. Hırslı, egosu yüksek ve yanlış üstüne yanlış yapan fevri Ricky çok orijinal bir karakter. İşleri batırmakta ustalığı dizinin de komedi unsuru. Futbolu bıraktıktan sonra boşluğa düşen ve o günlere özlem duyan Charles da düşük özgüvenine rağmen arkadaşlarının gazıyla zıvanadan çıkmak üzere. NFL’in en önemli oyuncularından Vernon da Spencer’ın ilk sezonda yakalamak istediği büyük balık. Geniş bir aile ile yaşayan star oyuncunun parasını yönetmek isteyen Spencer, bir yandan akıl hocalığını yaparken diğer yandan da daha yüksek ücretli yeni sözleşme için Jason ile kafa patlatıyor. Ricky’nin uzatmalı sevgilisi Annabella, Charles’ın eşi Julie ve Spencer’ın yatak arkadaşı, Tv muhabiri Tracy de tamamlayıcı karakterler.

Büyük paralar kazanan futbolcuların her şey iyi giderken su gibi para harcamalarına bolca vurgu yapan dizi, o şaşalı dönemin bitişiyle boşluğa düşeceklerini öngörüyor. Spencer da sık sık uyarıyor: “Araba almayın, kiralayın!” ve “Bir sakatlıkla işiniz bittiğinde yanınızda kimse olmayacak ve hayat yeniden başlayacak!” ana düsturlardan ikisi. Spencer’ın sık sık rüyasında gördüğü ve bir türlü yüzleşemediği bir sakatlanma pozisyonu da dizinin işlediği diğer konulardan.

21 Haziran’da başlayan dizi 10 bölümlük ilk sezonunu 23 Ağustos’ta tamamlarken tutarlı reyting oranlarıyla kendisine kemik bir izleyici kitlesi bulunca üçüncü bölümünün sonrasında ikinci sezon onayını da aldı. “Ballers”, spor konulu dizinin olmadığı dönemde büyük bir açığı başarıyla gideren bir komedi olarak öne çıkıyor. Ağırlıklı bir “Entourage” havası taşırken, az da olsa eğlence dozu ile de “Californication” esintileri veriyor. Ne çok iyi, ne de çok kötü diyebileceğimiz vasatlığına rağmen Miami’nin güneşli havasında farklı konuda özgün bir dizi olarak öne çıkıyor. Geride bıraktığı sezonda her karakterinin hikayesini işlemesi ve iyi final yapması da en önemli artısı. İzlemek için Amerikan futbolunu sevip sevmememizin hiçbir önemi olmadığını da belirteyim. Alıştığımız HBO kalitesiyle boşa geçecek dakikası bulunmayan 30 dakikalık bölümleriyle hafif bir şov izlemek isteyenler için biçilmiş kaftan.


Pay the Ghost : Araftaki Çocuklar

$
0
0
Yaşadığı ekonomik kriz ile eşiğine geldiği iflasın ardından para kazanmak için her rolü kabul ederek kariyerinde büyük bir düşüş yaşayan Nicolas Cage yükselişe geçmek için ilk adımları atmaya başladı. 2015 yılına sığdırdığı iki filmden iyisi olan korku gerilim “Pay the Ghost” ile iyi projelerle dönebileceğini dosta düşmana gösteriyor. Eylül’ün son haftasında bir kaç ülkede gösterim şansı bulan filmin ülkemizde de 6 Kasım’da vizyona girmesi bekleniyor.

İngiliz Fantezi ve Bram Stoker Ödülü sahibi korku romanları yazarı Tim Lebbon’un kısa hikayesinden uyarlanan filmin senaryosunu Dan Kay kotarmış. Otuzdan fazla romana imza atmış Lebbon, “Dusk” ve “30 Days of Night” ile tanınmasına rağmen dilimize hiç çevrilmemiş bir yazar. 2001’de yazıp yönettiği “Way Off Broadway” ile festivallerde alkışlanarak iyi bir ilk filme imza atan Dan Kay, “Timber Falls”ın senaryosu ile gerilim filmlerine meyletmişti. Yönetmen koltuğundaysa “Christiane F”, “Last Exit to Brooklyn” ve “Der Baader Meinhof Komplex” ile tanıdığımız Uli Edel oturuyor. Sarah Wayne Callies, Veronica Ferres, Lyriq Bent ve Lauren Beatty de Nicolas Cage’e eşlik eden isimler.

Cadılar Bayramını konu edinen film, açılışını da bir aileyi tanıtarak yapıyor. Ailesine gerektiği kadar zaman ayıramayan Profesör Mike, Kristen ve Charlie’nin hayatları cadılar bayramı gecesi değişiyor. Charlie’nin kabuslarla geçen günlerinin ardından büyük hevesle beklediği geceye Mike erkenden katılacak ve balkabağını oyacak sözde. Ama zamanında yetişemiyor ve anneden koparılan izinle yarım saatliğine karnavala gidiyorlar. Babasının elinden tutan Charlie’nin gizemli bir son cümle ile ortadan kaybolmasıyla da macera başlıyor. Kayboluşun bir yıl sonrasına geçiş yapan film gaipten gelen sesler ve imgeler ile gerilimini kurarak ilerliyor.

“Pay the Ghost” tamamen ana konusunu işliyor ve zaman kaybetmeden merak duygusunu sürükleyerek finaline yürümeyi tercih ediyor. Herhangi bir yan öyküye ve yan karaktere girişmeden tamamen kayboluşun gizemini çözmeye odaklanıyor. Önce aksiyon diyen senaryo ana karakterlerini de yaratmaya hiç girişmeden tamamen konserveden kullanmayı tercih ediyor. Mike sıradan bir baba, Kristen sıradan bir anne ve çocukları da herhangi bir çocuktan farksız. Yaratıcılıktan eser yok ama böyle bir beklenti de yaratmıyor. Hem senarist hem de yönetmen her şeyin farkında. Kay herkese hitap eden basitliği tercih ederken, Edel de ortalama bir atmosfer ile tv filmi tadını tercih etmiş. Yeter ki seyirci filmden kopmasın. Oysa eldeki malzeme iyi bir senaristin elinde dallanıp budaklanmaya ve daha akılda kalıcı hale gelmeye müsait. Sadece gizemi çözerken anlattığı hikaye ve karaktere gerekli özen gösterilmiş ama o da çok bildik olsa da en azından inandırıcı. Bildik numaralarla klişe formülü işletmesi de sürpriz değil elbette. Kayboluşun arkasında mitolojik bir öykünün olmasıyla tarihi bir gerilime meylederken olabildiğince fantastik olmaya da gayret edince oluşan bu çorbanın yaptığı tek doğru şey tempoyu hiç düşürmeden seyircisini sürüklemesi.

Bildik konusunu allayıp pullamadan hızlıca anlatan “Pay the Ghost” vasat olsa da en azından seyircisini sıkmadan izlenebilecek bir film. Nicolas Cage özelinde düşünülürse, kötünün iyisi...


Yitik Ülke Yayınları’ndan Kaynak Kitap: Leylâ Erbil Kitabı

$
0
0
Yakın zamanda yayımlanan ve büyük ilgi gören “Zamana Vuran Dalgalar: Virginia Woolf ve Ahmet Hamdi Tanpınar” adlı karşılaştırmalı edebiyat kitabına da imza atan Elmas Şahin, uzun yıllar üzerinde çalıştığı “Leylâ Erbil Kitabı” ile selamlıyor bu kez edebiyat okurunu. Kitap, büyük usta Leylâ Erbil’in yaşamına, politik duruşuna, dünyaya bakış açısına, kullandığı yazı diline ve tüm eserlerine derinlemesine bir inceleme yapıyor. Leylâ Erbil okurlarının büyük keyifle okuyacağı eser, Yitik Ülke Yayınları’nca yayımlandı. Kitabın kapak arkası yazısı ise yine Leylâ Erbil üstada ait. 

Sevgili hafir! 
inanılmaz bir dikkat, kültür, bilgi birikimiyle örnek olduğuna inandığım kitap sona erdi. çok değerli bir yapıt bu! önce seni bu büyük emeğin, çaban için kutluyorum. bu denli derli toplu, feminizme odaklandığı halde o kadar geniş yer bulan çalışmanın türkiye'de bir ilk olduğunu sanıyorum. Sana çok teşekkür ederim. bu tezin okunmasını yayılmasını nasıl sağlamalı bilmem? bu çalışma ayni zamanda bu toplumda benim gibi düşününenlerin itilip kakılmalarına, karalanma çabalarına da bir yanıt olmuş; ne mutlu bana ki gözüm arkada kalmayacak! universiteye, türk dili ve edebiyatı anabilim dalı başkanı sayın ali ihsan kolcu'ya ve diğer ögretim görevlilerine de saygılarımı iletmeni rica ederim. keşke bu büyük değerli eser, bir kitap haline getirilse ve hayata katılabilse. Tekrar teşekkür eder gözlerinden öperim. -Leylâ Erbil.-

“Leylâ Erbil Kitabı”, Hazırlayan: Elmas Şahin, 
İnceleme-Araştırma, Yitik Ülke Yayınları, 496 sf, 29 TL


Spare Parts : Nüfussuz Galip

$
0
0
Eşitsizliğin beşiği olan Amerika sorularını yok sayarak görmezden gelir ve fırsatlar ülkesi olarak pazarlamaya devam eder kendini... Bu pazarlamanın başlıca düsturu da bütün imkânsızlıklara rağmen azim, hırs ve istekle başarmanın mümkün olduğu ve bu başarının her daim ödüllendirildiğidir. İmkânsızı başaran herkesin hikâyesinin dilden dile dolaşması da olmazsa olmazlardan biridir. Manşetleri süsler, tv pogramlarına konu olur ve pazarlamanın son halkası da filme dönüşmesidir. Bu başarı hikâyelerinden biri 2004 yılında gerçekleşince de önce makaleye sonra da filme dönüşmüş. “Spare Parts” da bu yollardan geçerek, nüfus kağıtları bile olmayan dört gencin başarı öyküsünü anlatıyor.

Yaşanmış hikâyeden uyarlanan film köklerini de 2005 Nisan’ında Wired dergisinde yayımlanan Joshua Davis imzalı “La Vida Robot” adlı makaleden alıyor. Senaryosunu Elissa Matsueda’nın kotardığı fimin yönetmeni de 2011 yapımı “Soul Surfer” ile tanıdığımız Sean McNamara. 1989’dan beri televizyon için çektiği aile filmleri ve dizilerle tanınan McNamara için tam dişine göre bir film. Başarılı gençleri tanıdık simalar Carlos PenaVega, José Julián, David Del Rio ve Oscar Gutierrez canlandırırken, George Lopez, Marisa Tomei, Jamie Lee Curtis, Alexa PenaVega, Alessandra Rosaldo ve Esai Morales de onlara eşlik edenler.

Meksikalıların yaşadığı bir kasaba okulundayız. Müdürün ifadesine göre tamamen unutulmuş ve geleceklerinden umudu kesilmiş öğrencilerden oluşan bir okul. Yarısı mezun olamayacak, çoğunluğunun hayatı hapishanelerde geçecek ve hiçbirinin üniversiteye gitme ihtimali bile yok. Zaten büyük çoğunluğu Amerikan vatandaşı bile değiller, nüfus kağıtları yok! Mühendis Fredi Cameron’un geçici öğretmenliğe başlar. Okuldaki kulüpler için yapılan başvuru ile hayatı değişir. Orduya katılmak için yanıp tutuşan ama kağıtları eksik olduğu için alınmayan Oscar, Amerika Birleşik Devletleri Silahlı Kuvvetleri ve NASA’nın ortaklaşa düzenlediği Geleneksel Sualtı Robot Bilimleri Yarışmasına katılma isteğiyle kulüp kurar. Geçici öğretmen Fredi’nin en az üç kişi olmaları şartı da kısa sürede gerçekleşince iş ciddiye biner. Mekanik bilgisiyle Lorenzo, teorik bilgisiyle Cristian, robotu suya indirip kaldıracak fiziki kuvvetiyle Luis ve lider Oscar’dan oluşan Robot Kulübü yarışma için kolları sıvar. 

İmkansızlıkların arasında MIT başta olmak üzere önemli okullarla yarışmak üzere hiçbir bilgileri olmadan hazırlık yapan dört gencin öyküsü, bir yandan hayatlarındaki yoksulluğu da işliyor. 20 bin dolar gibi rakamların telaffuz edildiği ortamda robotlarını sadece 700 küsür dolara alternatif malzemelerle hazırlayan gençlerin başarısının öyküsü ekip çalışmasının ve azmin zaferini anlatıyor. Benzerlerinden eksiği de yok, fazlası da. Hatta bu yıl vizyona da giren “McFarland, USA” filminin neredeyse birebir kopyası. Onda yeni bir başlangıç yapmak isteyen öğretmen Meksikalı öğrencilerle atletizm yarışmasına giriyordu, bunda geçici öğretmen dört Meksikalı öğrenciyle robot yarışmasına katılıyor. Hatta okyanusu ilk kez görme heyecanı birebir kopyası... 

İmkânsızın vurgusunu yaparak zorlukları anlatarak adım adım zaferine ilerleyen film, herkesin hikâyesini de işleyerek karakterlerini de tanıtarak zenginleşiyor. Oscar’ın ilişkisi ve sınır dışı edilmek için aranması, Lorenzo’nun agresif babasıyla yaşadıkları, Fredi’nin ilgi duyduğu Gwen ve heyecan arayan müdür de filmin işlediği yan öyküler olarak gerekli duygusal tonları ekliyor. McNamara hiç acele etmeden hepsine gerekli zamanı ayırıyor ve vermek istediği mesajı da tastamam veriyor. Finalde gerçek öykünün devamını da okuyacağınız için spoiler vermeyeyim ama başarı öyküsünü taçlayan gelişmeler olduğunun vurgulayayım. 

İmkânsızlıklara rağmen mucizeyi gerçekleştiren dört lise öğrencisinin markalaşmış üniversitelerle girdiği rekabetten zaferle ayrılmasının öyküsünü anlatan “Spare Parts”, benzerlerinden hiçbir farkı olmasa da, vasatı aşan ve tempo sorununa düşmeyen 115 dakikalık bir umut ışığı... 


Viewing all 3914 articles
Browse latest View live