Quantcast
Channel: Kayıp Paylaşımlar Koleksiyoncusu
Viewing all 3908 articles
Browse latest View live

Dizi Raporu : Ağustos Yenileri

$
0
0
Yaz sezonunun kapanışını yaptığımız Ağustos ayı, beklendiği gibi az ama öz dizinin başlangıcına sahne oldu... Biri İngiliz yapımı toplam sekiz yeni dizi ekran macerasına vasatın üzerine çıkarak başladı genelde... Ağırlığı da roman uyarlamaları ve sinemacıların dizilere el atması oluşturuyor... “Intruders”, “Outlander” ve Steven Soderberg imzalı “The Knick” ayın en iyi yenileri olurken, “Black Jesus” ve “Partners” en kötüleri... Pamuk şekeri tadında müzikal komedi “Garfunkel & Oates” özel ilgi beklerken, “Siblings” de eğlendirmeyi bekliyor... Vasat başlayan “Legends”se seyircisinden bir kaç bölüm sabır isteyenlerden... İşte bu ay başlayan sekiz diziye ve merakla beklenen finalini yapan “The Killing”e dair değerlendirme... 


Black Jesus
Adult Swim’in 7 Ağustos’ta başlayan komedisi daha önce işlenmiş bir konuyu tekrar işleyen klasik Amerikan işi… Ülkesi dışında pek ilgi görmeyen diziye imza atan isimler; “The Boondocks”un yaratıcısı Aaron McGruder ve “Trailer Park Boys”un yaratıcısı Mike Clattenburg… Gerald "Slink" Johnson, Charlie Murphy, Corey Holcomb, Kali Hawk, King Bach ve Andra Fuller da oyuncu kadrosunda öne çıkanlar… Günümzde yaşayan siyahi İsa’nın maceraları tipik mahalle gezileri ve absürt olaylarla işleniyor… Çok Amerikan olduğu için gülmesi de, beğenmesi de bir hayli zor…


Garfunkel & Oates
Ayın en şeker yenisi, müzikalle harmanlanan özel dizilerden… Yaratıcıları Riki Lindhome ve Kate Micucci, aynı zamanda başrolleri de paylaşıyorlar ve kendilerini oynuyorlar… Bolca dizi ve filmde yer alan tanıdık sima Lindhome ve son olarak “Raising Hope”un Shelley’i olarak izlediğimiz Micucci 2007’den bu yana aynı isimli parodi grubu olarak sahne şovu yapıyor… Gösterilerini folk-comedy olarak tanımlayan ikili, Los Angeles da hatırı sayılır bir kitleye de sahip… Dört stüdyo albümü yayımlayan şahane grubu tanımayanlar için harika bir tanışma fırsatı sunan dizi, cesur, eğlenceli ve komik ikiliyi ekrana taşıyor… Özellikle Micucci’ye hayran olmamak imkansız… 


Intruders
Son yıllarda gaza basan BBC America’nın yeni dizisi, konusu ve yaratıcısıyla dikkat çekiyor… Ayın en meraklı bekleyişini yaşatmasının altında köklerini roman serisinden alması ve kült dizilerin yaratıcısının uyarlamasının payı büyük… Kısa öyküleri ve romanlarıyla tanınan İngiliz yazar, küçük ölçekli BBC uyarlamaları dışında ilk kez bu çapta bir işe kaynak oluyor… 2007’de aynı adla yayımlanan romanını ekrana uyarlayan isimse Glen Morgan… “21 Jump Street”, “The X Files” ve “Millennium” dizilerinin senaristlerinden biri olan Morgan, “Son Durak” serisinin de yaratıcılarından… John Simm, Mira Sorvino, Tory Kittles, James Frain ve Millie Brown’ın başı çektiği oyuncu kadrosu da gayet iyi… Konusu birkaç bölüm sonra anlaşılabilen ve iyi işleyen dizi, ölümsüzlüğü başkalarının bedenlerine geçerek yakalamaya çalışan bir topluluğu ve onun peşindekileri anlatıyor… İlk sezonu sekiz bölümden oluşacak dizi, çok iyi bir ilk bölümle başlamakla kalmadı işleyişi ile de açıldıkça açılıyor… Yayımlanan iki bölümden görünen, gidişatının çok iyi olduğu…


Legends
TNT’nin yaz sezonu denemesi artık alıştığımız roman uyarlamalarından... Ünlü casus romanları yazarı Robert Littell’in 2005’de yayımlanan “Legends: A Novel of Dissimulation”dan uyarlanan dizinin yaratıcıları Howard Gordon, Jeffrey Nachmanoff ve Mark Bomback... “The X Files”ın yazar kadrosundan tanıdığımız Gordon, 1986’dan bu yana bolca dizide yer alan ustalardan... “24”, “Homeland” ve “Tyrant”da hali hazırda imza attığı diğer diziler... Adını “The Day After Tomorrow” ile duyduğumuz “Nachmanoff” da tek sezonda kalan “Hostages”e imza atmıştı... Genellikle yeniden çevrimler ile devam filmlerinin senaristi olarak tanıdığımız Bomback ise “Unstoppable” ile çıkış yapmış son olarak “Dawn of the Planet of the Apes”e imza atmıştı... Oyuncu kadrosunda başı çeken isimlerse hayli dikkat çekici: Sean Bean, Ali Larter, Morris Chestnut, Amber Valletta, Mason Cook, Tina Majorino, Rob Mayes ve Steve Harris... Bir ajanın öyküsünü izliyoruz... Martin Odum, sürekli gizli görevlerde... Girdiği kimlikleri çıkamayacak derecesinde yaşayan, uçlarda bir karakter... Hayatını karıştıracak kadar hem de... Görevler için yaratılan bu karakterler için kullanılıyor “Legends” kelimesi... Kendisini izlediğini farkettiği bir yabancı ile hayatı değişiyor... Aslında Martin Odum da yok, o da bir efsane diyor o yabancı... Böylece ajanımızın kimliğini bulma macerası başlıyor... Hayli klişe bir konuyla ve işleyişle başlayan dizi, ilk bölümden sezonun geneli hakkında fikir veriyor... Türü ve TNT hafifliğini sevenler için biçilmiş kaftan... Vasat başlangıcın devamının da aynı şekilde geleceğini tahmin etmek zor değil... Bean’in oyunculuğunun ve özlenen Larter’ın varlığının öne çıkması da boşa çaba...


Outlander
Starz’ın yeni macerası, ilk bölümün ardından ikinci sezon onayını alarak rüştünü ispat edenlerden... Amerikalı yazar Diana Gabaldon’un 1991’de aynı adla yayımlanan ve best olarak seriye dönüşen romanından uyarlanan dizi, konu sıkıntısı da çekmeyecek... Zira şu anda yedi kitabı deviren ve yakınlarda sekizincisi çıkacak bir seri var ortada... Uyarlamanın başında da çok önemli bir isim var: Ronald D. Moore... Bilim kurgu dizisi sevenlerin baş tacı olan Moore, “Star Trek”, “Roswell”, “Battlestar Galactica”, “Caprica” ve “Helix”e imza atmıştı... Caitriona Balfe, Sam Heughan, Tobias Menzies, Gary Lewis, Graham McTavish, Lotte Verbeek, Duncan Lacroix, Grant O'Rourke ve Stephen Walters’dan oluşan gayet iyi bir oyuncu kadrosuna sahip dizinin ilk sezonu da 16 bölümden oluşacak... Önce 1945 yılındayız, Claire Randall ile tanışıyoruz... Kocasıyla tatil yapan savaş hemşiresi, eşinin soyacağı araştırmalarıyla bölgeyi geziyor ve önemli bir güne denk geliyor önce... Birlikte izledikleri törenden sonra kendisini 1743 yılında buluyor... Bu gizemli yolculuğun sonrasında savaşın ortasına ve genç romantik İskoç bir savaşçının kollarına düşüyor ve macera başlıyor... Çok iyi bir ilk bölümle başlayan dizi, tipik İngiliz dizilerinin işleyişine sahip... Biraz daha tempolu hali tabii... Bölümler ilerledikçe daha da keyifli bir izleme sunan dizi, uzun yıllar sürecek bir başlangıca imza atmış görünüyor...


Partners
FX’in 10 bölüm sipariş ederek ikişer bölüm yayımlayarak çabucak final yaptırdığı komedi, daha ilk başta ölü doğan projelerden... Chicago’lu iki avukatın komik maceraları olarak düşünülen dizinin arkasındaki isimler, Seksenlerin efsane dizileri “Perfect Strangers”, “Step by Step” ve imza atan Robert L. Boyett ile “High Society”nin yaratıcılarından Robert Horn... Kelsey Grammer ve Martin Lawrence’in üzerine kurulu olan dizide ikiliye Rory O'Malley, Edi Patterson, Telma Hopkins, Danièle Watts ve McKaley Miller eşlik ediyor... Eşinden ayrılmanın eşiğindeki Lawrence, boşanma davası sırasında gereğinden fazla verici davranıyor... Biten evliliği sonrasında her şeyi eşine bırakmayı düşünürken devreye Grammer giriyor ve önce avukatlığını üstleniyor, sonra da ortak oluyor... Çok iyi ikili olamadıkları bariz belli olan iki oyuncudan Grammer daha çok çabalayan ve komik anları yaratan isim ama “Fraiser” sonrası bir türlü iyi proje bulamıyor... Her saniyesinden klişe fışkıran dizi, vasat ilk bölümüyle yaptığı kötü başlangıçla unutulmayı hak ediyor... Ayın en kötü yenisi...


Siblings
BBC Three’nin 7 Ağustos’ta başlayan komedisi, adından da anlaşılabileceği gibi iki kardeşin maceralarına odaklanıyor... Dizinin yaratıcısı “Fresh Meat” dışında adını hiç bir yerde görmediğimiz yeni bir isim: Keith Akushie... Charlotte Ritchie ve Tom Stourton kardeşleri oynarken, onlara Stella Gonet, Matthew Steer, Rosie Day ile James Lance eşlik ediyor... “Fresh Meat” ile sivrilen sempatik hatun Ritchie yine döktürüyor ve üzerine kurulu dizide gerekeni fazlasıyla yapıyor... Stourton’da bu şansı iyi kullanarak, ona ayak uydurunca gerekli enerji ve kimya yakalanmış... İki tembel Hannah ve Dan’ın maceraları ilk bölümden iyi başlayıp, karakterlerini tanıtıp oturtmakla kalmıyor, sevdiriyor da... Tipik İngiliz soğuk esprilerinin de uzağına düşünce, herkes için izlenebilir ve eğlendiren bir dizi çıkmış ortaya... Altı bölümlük ilk sezon, yeni komedi arayanlar için biçilmiş kaftan... 


The Knick
Sinemanın önemli isimlerinin televizyona olan ilgisinin şimdilik son örneği, daha yayımlanmadan ikinci sezon onayı alarak dikkat çekmişti... 1900 New York’unda geçen hastane draması İki önemli isimle dikkat çekiyor: Steven Soderbergh ve Clive Owen... 10 bölümden oluşacak ilk sezonun senaryosunu vasat aile komedilerinden tanıdığımız Jack Amiel, Michael Begler ve Steven Katz kotarıyor ve bölümleri Soderberg yönetiyor... Başrolü canlandıran Owen’a da Andre Holland, Jeremy Bobb, Juliet Rylance, Eve Hewson, Michael Angarano, Chris Sullivan, Cara Seymour, Eric Johnson, David Fierro ve Matt Frewer eşlik ediyor... Yer Knickerbocker Hastanesi, doktorumuz John W. Thackery, modern tıpa geçiş dönemindeyiz... Yetenekli doktorumuzun keşifleri, tıp dünyasına katkılarının dışında diğer hastane personellerinin hayatlarına da odaklanıyoruz... Uyuşturucu bağımlısı doktor, akıl hocasının intiharı sonrası baştabipliğe yükseliyor ve yeni yardımcının kim olacağı konuşulurken hastane yönetiminin önerdiği yetenekli doktorun renginin sorun olduğu bir dönemdeyiz... Ameliyatların seyircili yapıldığı, salgın hastalıkların kol gezdiği 1900 New York’unda özellikle atmosfer çok öne çıkıyor... Cliff Martinez’in müziklerinin de altını çizelim... Oyunculukları, atmosferi, müzikleri ile müthiş bir sinema filmi tadı veren dizinin tek kusuruysa çok temposuz ve ağır gidişi... Buna rağmen ilk bölümden çok iyi girizgah yapıyor ve ziyafete dönüşüyor... Son dönemin en iyilerinden biri olduğunu anlamak için de ilk bölümü izlemek yeterli...


The Killing Sezon 4
Olağanüstü iki sezonla Kuzey polisiyelerinin Amerikan uyarlamaları furyasını başlatan “The Killing”, son iki yılda bolca konuşulmuştu... Üçüncü sezonunun olup olmayacağı çok tartışıldı, seyirciler de ikiye bölündü... Dile kolay, koca iki sezon sadece tek bir cinayeti aydınlatma peşinde gitmiş, katilin kimliği de son bölümde ortaya çıkmıştı... Hiç devam etmese de olur tadından güzel de bir final yapmıştı dizi... Yaratıcı ekibe güvenerek üçüncü sezonu isteyenleri bekleyenlere hüsran yaşatan vasat üçüncü sezonun ardından yayıncı kanal AMC, dizinin iptal olduğunu açıklamıştı... Yine tartışmalar arasında geçen dönemin sonunu Netflix getirdi... Diziye final yapma şansını altı bölümlük dördüncü sezonla tanıdılar... Merakla beklediğimiz dördüncü sezonun tüm bölümlerinin tek günde gelmesi de güzel bir bonus oldu... Lakin, bu kez daha basit bir cinayetin peşindeydi ikilimiz... Zengin bir ailenin katledilmiş, askeri okulda okuyan asi oğul yaralı olarak kurtulmuş... Başından aldığı kurşun yarası sebebiyle hafıza kaybı yaşamasıyla bolca bilinmezle ilerleyen araştırma bu kez çok basit işleniyor... Bundan önceki şaşırtıcılığın aksine, tahmin edilebilir bir cinayetle karşılaşıyoruz... Hadi bunu kabul ettik diyelim, o ne berbat final öyle... Linden ve Holder arasında bir aşk yaratmaya çalışmak, neredeyse öpüşmelerini gösterecek hale gelmek... Hazır final yapıyoruz, seyircinin gönlünü okşayalım, tribüne oynayalım ve nabza şerbet verelim hedefiyle üretilmiş berbat bir sezon, bu kadar iyi bir diziye hiç yakışmadı... 



Paulo Coelho’dan Yeni Roman: Aldatmak

$
0
0
Dünyanın her ülkesinden milyonlarca okura ulaşan Paulo Coelho, yazarlık serüveninin yirmi sekizinci yılına çok konuşulacak yeni romanıyla giriyor!

“Mutluluk benim için sıradan bir şeye dönüştü, artık kimse farkına varmıyor. Konuşabileceğim biri olduğu için mutluyum. Ama anlatmak istediklerimin bu göstermelik neşemle hiç alakası yok. Artık doğru düzgün uyuyamıyorum. Kendimi bencil hissediyorum. İnsanları çocukça etkilemeye çalışıp duruyorum. Ortada hiçbir sebep yokken banyoya kapanıp ağlıyorum. Aylardır sadece bir kez gerçekten isteyerek seviştim. Bütün bunların otuzlu yaşlara bastığım için bir nevi geçiş dönemi olduğunu düşünüyordum, ama bu açıklama bana yetmiyor. Hayatımı boşa geçiriyormuşum, bir gün geriye bakıp yaptığım her şeyden pişmanlık duyacakmışım gibi hissediyorum. Seninle evlenmem ve çocuklarımızın doğumu hariç her şeyden…”

İsviçreli gazeteci Linda’nın yaşamı her yönüyle mükemmeldir: yaşadığı yer, evliliği, kocası, çocukları, mesleği… Ta ki bu kusursuzluk kabuğunun altında yatan tekdüzeliğin ve tatminsizliğin farkına varana dek… Gençlik aşkı Jacob’la karşılaşma anından itibaren Linda, yapay mutluluğuyla en büyük eksiği olan tutku arasında bir seçim yapmak zorunda kalacaktır.

Paulo Coelho Aldatmak’ta diğer kitaplarından farklı olarak kışkırtıcı, tene dokunan ve tutku dolu bir hikâyeyle çıkıyor okurun karşısına. Her şeyin mümkünmüş gibi sunulduğu bir dünyada, imkânsız aşkın izini sürüyor. Ruhun kuytularında kaybolmaya çekinmeden... “Ne de olsa bazen kim olduğumuzu bulmamız için kendimizi kaybetmemiz gerekir.”

2014 yılı başından itibaren, yazarın sosyal medyada yaptığı paylaşımlarla müjdesini verdiği kitap, okurlar tarafından sabırsızlıkla bekleniyordu. Aldatmak, Can Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı.

Yeni tanışanlar için PAULO COELHO
1947’de Brezilya’nın Rio de Janeiro kentinde doğdu. Kendini tümüyle edebiyata vermeden önce tiyatro yönetmenliği, oyunculuk, şarkı sözü yazarlığı ve gazetecilik yaptı. 1986’da yayımlanan Hac adlı ilk romanının ardından gelen Simyacı’yla dünya çapında üne erişti. Simyacı, XX. yüzyılın en önemli yayıncılık olaylarından biri oldu, 56 dile çevrildi ve 65 milyon sattı. Coelho, Brida (1990) Piedra Irmağı’nın Kıyısında Oturdum Ağladım (1994), Beşinci Dağ (1996), Işığın Savaşçısının Elkitabı (1997), Veronika Ölmek İstiyor (1998), Şeytan ve Genç Kadın (2000), On Bir Dakika (2003), Zâhir (2005), Portobello Cadısı (2006), Kazanan Yalnızdır (2008), Elif (2011) ve Akra’da Bulunan Elyazması (2012) gibi yapıtlarıyla sürekli olarak çoksatar listelerinde yer aldı. 170 ülkede, 80 dilde yayımlanan kitaplarının toplam satışı 165 milyona ulaştı. Bugüne kadar pek çok ödül ve nişana değer görülen Coelho, Birleşmiş Milletler Barış Elçisi ve Brezilya Edebiyat Akademisi üyesidir.


ALDATMAK
Yazar: Paulo Coelho  
Çeviri: Emrah İmre
Tür: Roman 
Sayfa sayısı: 271 Sayfa
Fiyatı: 19,50 TL
Yayın tarihi: 02 Eylül 2014


Vizyona Giren Filmler : 5 Eylül

$
0
0
Beş filmin vizyona girdiği haftada yine ağırlık eğlencede… Doksanların efsane çizgi filminden uyarlanan “Ninja Kaplumbağalar” ve yanlışıkla eşe dosta gönderilen sex videosunun peşinden koşan “Kaset İşi” haftanın öne çıkan filmleri… Kasabadan komedi çıkarma uğraşındaki “Şipşak Anadolu” haftanın tek yerlisi olurken, Philip Seymour Hoffman’lı “İnsan Avı” ve yaratıcılığa odaklanan “Körlük”se haftanın en iyileri olarak ıskalanmaması gerekenleri…


Ninja Kaplumbağalar / Teenage Mutant Ninja Turtles
Yönetmen: Jonathan Liebesman
Oyuncular: Megan Fox, Will Arnett, William Fichtner, K. Todd Freeman
Konu: Shredder ve Foot Clan örgütü, polisten politikacılara kadar her şeyi demir bir yumrukla kontrol etmeye başlayınca New York’a karanlık çöker. Olağandışı ve dışlanmış dört erkek kardeş kanalizasyondan Ninja Kaplumbağalar olarak ortaya çıkana kadar gelecek korku doludur. Kaplumbağaların şehri kurtarmak için korkusuz muhabir April O’Neil ve dikkatsiz kameramanı Vern Fenwick ile birlikte çalışmaları gerekmektedir.
Doksanlarda çocuklara sevdirdiğimiz her şeyi film olarak iteleyelim de, o kuşak çocuklarını da alıp sinemaya koşsun, bizde parayı vuralım zihniyetinin son örneği olması dışında kimseye bir faydası olmayan bir film… Tamam nostalji güzel şey, yıllar sonra beyazperde de görmek de güzel ama içi bu kadar boş olunca etkisiz kalıyor… Sıradan bir eğlencelik… 


Kaset İşi / Sex Tape
Yönetmen: Jake Kasdan
Oyuncular: Cameron Diaz, Jason Segel, Ro Corddry, Ellie Kemper
Konu: Evli ve birbirlerine çok aşık olan Jay ve Annie, on yıllık beraberlik ve iki çocuktan sonra tutkularını kaybetmişlerdir. İlişkilerindeki tutkuyu geri getirmek için üç saatlik eğlenceli bir seks maratonu sırasında kendilerinin bir videosunu kaydederler. İlk başta harika bir fikir gibi görünen kayıt işi, bu en mahrem videolarının yayıldığını öğrendiklerinde büyük bir soruna dönüşür. Panikle, videonun yayılmasını durdurmak için çılgın ve macera dolu bir gece başlar.
Romantik komedilerin milenyumla birlikte açılıp saçılmasına alıştık artık… Cinsellik sosu arttırılmış eğlenceliklerin her seferinde çıtayı yükselttiğini de biliyoruz… Öyle bir beklenti yaratmıştı “Kaset İşi”… Lakin o beklentiyle uzaktan yakından alakası yok… Yeni olmayı tercih etmek yerine, eski usül takılmayı tercih eden ve bayat esprilerle zaman çalan bir film çıkmış ortaya… Türdeşi diziler bile daha cesur kalıyor yanında… Ünlülerin çıplak resimlerinin hacklenip ortalığa saçıldığı dönemi yakalamayı deneseydi keşke…


Şipşak Anadolu
Yönetmen: Şenel Aldı
Oyuncular: Gökçe Özyol, Levent İnanır, Cengiz Küçükayvaz, Ececan Gümeci
Konu: Hikâyesi doksanlarda geçen Şipşak Anadolu, sıcak, samimi, komik insanların yaşadığı bir kasabanın filmi. Gittiği her yere beraberinde koltuğunu da taşıttıran Belediye Başkanı Goltuklu Başkan Şeref Hakbilir; şipşak fotoğrafçılığı yapan idealist Kadir; kasabanın imamı Zallami ve kasabanın en zengini, çapkın beyaz eşya dükkânı sahibi Hüseyin. Bir seferinde Hüseyin’in yolu iki Rus kızla, Cicişler’le kesişir. Cicişler’e çarşaf giydirerek kasabaya getirir.


İnsan Avı / A Most Wanted Man
Yönetmen: Anton Corbijn
Oyuncular: Philip Seymour Hoffman, Rachel McAdams, Willem Dafoe, Robin Wright
Konu: Vahşice işkence görmüş yarı Çeçen, yarı Rus, bir göçmen, Almanya’nın Hamburg şehrindeki İslâm topluluğuna girer ve babasının haksız kazanılmış serveti üzerinde hak iddia eder. Alman ve ABD gizli servisleri bu konuya yakın ilgi gösterir. Zaman ilerleyip risk yükseldikçe taraflar bu en çok istenen adamın gerçek kimliğini ortaya çıkarma yarışına başlar. Ezilmiş bir kurban mı, yoksa yok etme eğilimli bir radikal midir?
Çok iyi bir romandan isabetli seçimlerle uyarlanan film, iyi senaryosundan güç alıyor… Corbijn’in üzerine saatlerce konuşulabilecek derinliğe ve gerçekçiliğe meyleden yapı kurmak için her şeyden yararlanması da alkışlık… İyi oyuncularla da akıyor film, Hoffman’ı son performansında izlemekse bir parça hüzün… İyi film olmakla kalmıyor “İnsan Avı”, roman uyarlaması konusunda da ders veriyor…


Körlük / Blind
Yönetmen: Eskil Vogt
Oyuncular: Ellen Dorrit Petersen, Henrik Rafaelsen, Vera Vitali, Marius Kolbenstvedt
Konu: Körlük, görme duyusunu kaybedince eve kapanan bir kadın yazarın aklını da kaybetmemek için gerçekliğe sıkı sıkı sarılma mücadelesini işleyen, gerilimli olduğu kadar mizah unsurlarını da kullanan bir dram. Yalnızca görme değil yazma ve yalnızlık üzerine de olan film, gerçeküstü atmosferi, seyrek diyalogları ve sürprizli mizahıyla son derece özgün.
İyi bir senaristin ilk yönetmenlik denemesi, görme engelli bir kadının üzerinden yaratıcılığı anlatıyor… Hikaye yaratma sürecine dair güçlü ve gerçek üstü anlatımıyla da derslik… Haftanın en iyisi…


Dizi Ajandası : 8 / 14 Eylül

$
0
0
Dokuz sezon finali, bir yeni dizi ve dört yeni sezon açılışına sahne olacak hafta, yaz sezonunu resmen kapatıyoruz… Sonbahar sezonunun ağır topları gelecek haftadan itibaren başlayacağı için sezon finalleriyle dolu haftada deneme yanılma mahsülleri ekrana macerasını sonlandırırken, “Teen Wolf”, “Hot in Cleveland” ve “Graceland” en çok dikkat çekenler… “Sons of Anarchy” ve “Haven”da merakla beklenen yeni sezonlarına başlarken, Syfy’ın yeni zombi dizisi “Z Nation” ise haftanın en çok merak edileni…


Pazartesi:
Anger Management 2x73  2x74  C. and the Case of the Curious Hottie / C. Pledges a Sorority Sister
Dallas  3x12  Victims of Love
Teen Wolf  4x12  The Broken Spell [Sezon Finali]
Under The Dome  2x11  Black Ice


Salı:
Finding Carter  1x11  The Long Goodbye
Matador  1x9  Wells Fargo Presents: The Anguish of Rosarito
Please Like Me  2x5  Sausage Sizzle
Sons of Anarchy  7x1  Black Widower  [Yeni Sezon]
Sullivan & Son  3x13  You, Me and Gary  [Sezon Finali]


Çarşamba:
Extant  1x12  Before the Blood
Franklin And Bash  4x5  Deep Throat
Graceland  2x13  Faith 7  [Sezon Finali]
Hot In Cleveland  5x24  The Bachelors  [Sezon Finali]
Legends  1x5  Rogue
Scott and Bailey  4x1  [Yeni Sezon]
Taxi Brooklyn 1x12  Revenge  [Sezon Finali]
The Bridge (US)  2x10  Eidolon
The League  6x2  Tefl-Andre


Perşembe:
Black Jesus  1x6  Fried Green Tomatoes
Cuckoo  2x6  Neighbourhood Watch  [Sezon Finali]
Garfunkel & Oates  1x6  Third Member
Haven  5x1  See No Evil  [Yeni Sezon]
Married  1x9  Halloween
Satisfaction  1x9  ...Through Revelation
You're the Worst  1x9  Constant Horror And Bone-Deep


Cuma:
Big School  2x3
Doctor Who  8x4  Listen
The Knick  1x5  They Capture The Heat
Z Nation  1x1  Puppies and Kittens  [Yeni Dizi]


Cumartesi:
Cedar Cove  2x9  Point of No Return
Hell on Wheels  4x7  Elam Ferguson
Intruders  1x4  Ave Verum Corpus
Outlander  1x6  The Garrison Commander
Reckless  1x12  1x13  Civil Wars: Part 1 & 2  [Sezon Finali]
The Village  2x6  [Sezon Finali]  


Pazar:
American Dad!  10x1  10x2  Roger Passes the Bar / From Russia with Love  [Yeni Sezon]
Boardwalk Empire  5x2  The Good Listener
Manhattan  1x8  The Gift of the Magi
Masters of Sex  2x10  Below the Belt
Ray Donovan  2x10  Volcheck
The Lottery  1x8  Truth Be Told
The Strain  1x10  Loved Ones
Unforgettable  3x12  3x13  Moving On / D.O.A.
Witches of East End  2x9  Smells Like King Spirit


Kulak Keyfi : Ağustos Raporu

$
0
0
Konserler festivaller derken daha çok canlı performanslarla geçen Ağustos, yine bolca albümle kulaklarımızı şenlendirdi... Yeni grupların beklenen debutları, majör isimlerin uzun sessizliklerinden sonra dönüşleri ve çıkış arayışındakilerin yeni hamleleriyle geçti koca bir ay... Blonde Redhead, Interpol ve Tricky’nin merakla beklenen majör yeniler olurken, Royal Blood ve Banks beklenen debutlarını kulaklarımıza yollayanlar oldu... Yıla damga vuracak albümlerle karşılaştığımızı söylemek zor ama, Beach Day ve Esben And The Witch ayın en iyi albümlerine imza atan isimler... Yerli piyasadaysa tam bir sessizlik hakimdi ve dişe dokunur albümü mumla aradığımız dönemde, Melek ilk albümüyle çok iyi geldi... İşte Ağustos ayında yayımlananlardan dinlediğim 20 yabancı ve 4 yerli albüme dair...


A Year Afar - Better Life
Suzanne Tufan, James Brunberg, Ben Landsverk ve David Jorgensen’den oluşan Portland Oregon çıkışlı indie pop dörtlüsü 2013’de kurulmuş... Popa daha yakın durup, tertemiz soundlarıyla, nefeslileri ve yaylıları bolca kullanarak kendi dillerini yaratmayı denemiş... Tufan’ın vokalinden güç alıyorlar genelde... Taze, çekici ve sınırları aşan sekiz şarkılık albümleri bu kadar kısa sürede üretilmiş bir debut için yeterli... Fazlası için dörtlüye zaman vermek gerekiyor... Albümü alıp götürecek bir hit adayının bulunmaması da ilk çıkışın en önemli eksisi...


Banks - Goddess  
Daha yayımladığı ilk kayıtla heyecan yaratan Jillian Banks, aynı yıl içinde BBC ve MTV’nin en iyi yeni çıkış adayı olmuştu... 2 e.p. ile gelen adaylıkların ardından ilk albüm beklentisi de büyüdü... Klasikleri çoktan hazır 14 şarkılık albüm, beklentileri fazlasıyla karşılıyor... Fazla elektronik kalması, pop ve r&b’ye daha yakın durması sebebiyle sonunu getirmesi biraz zor...  


Beach Day - Native Echoes
Kimmy Drake ve Skyler Black’den müteşekkil Florida güneşi 2012’den bu yana parlamaya devam ediyor... Önce üçlü olarak kurulan grup, debut albümleri sonrası yarattıkları heyecanın tadını çıkarmıştı... İkiliye evrilmelerinin ardından gelen 10 şarkılık ikinci albüm, 60’lı yılların garaj soundu ile riot girl akımının etkileriyle grubu bir kaç adım öteye taşıyor... Çıkış şarkılarıyla da durumu güzel özetleyen ikilinin önü çok açık... Türü sevenler için ayın en önemli keşiflerinden biri...


Billy Corgan – AEGEA
The Smashing Pumpkins ile doksanların en önemli isimlerinden biri olan Corgan, 2007’de kaydettiği solo albümünü nihayet yayımladı... Deneysel ses çalışmalarını içeren yirmişer dakikalık dört şarkıdan oluşan albüm bir buçuk saat boyunca Corgan’ın aradığı sesleri bulmaya çıktığı bir yolculuğu andırıyor... Fazla deneysel, fazla kişisel ve vokalsiz özel bir albüm... Dinlemek için sıradan bir dinleyiciden fazlası olmak gerekiyor...


Blonde Redhead – Barragán
Yirmi yılı deviren New York’lu üçlü ayın en çok beklenen albümlerinden birini sundu kulaklarımıza... Dört yıllık sessizliklerini bozdukları dokuzuncu stüdyo işleri, on şarkıdan oluşuyor... Yayımladıkları şarkılarla çok sıradan bir albümün geldiğini anlamak süpriz olmamıştı ama bu kadar kötü beklemiyordum... Tek iyi şarkı “Peniltumo”yu single olarak kabul edelim, albümü unutalım...


Elephant Stone - The Three Poisons
Rishi Dhir önderliğinde hint enstrümanlarını kullanarak hindie rock ile psychedelic rock arasına konuşlanan Kanadalı dörtlü çok bekletmeden üçüncü albümüyle geldi... sitar, tabla ve dilruba ezgileriyle bezeli soundlarıyla eğlendirdikleri kesin... Bir dönem Kula Shaker başta olmak üzere birçok İngiliz grubunun girdiği kulvardaki boşluğu iyi dolduruyor... 2009’da yayımladıkları debut albümle başarı kazanan grup, üçüncü stüdyo albümlerinde de aynı tınlıyor ve 46 dakikayı dolduramadığı için birbirine benzeyen 11 şarkılık albümü baştan sona dinlemek zor... 


Erland & The Carnival - Closing Time
Simon Tong’un deneysel folk projesi, 2010’da yayımlanan muhteşem debutla yıla damga vurmuş, bir yıl sonra daha iyisini yaparak adını dünya aleme duyurmuştu... Üç yıllık aranın sonrasında gelen yeni albüm on şarkıdan oluşuyor ve daha ilk andan itibaren kulağınıza doğru yerde olduğunuzu fısıldıyor... Önceki albümlerin neşesi bu kez yerini melankoliye bırakmış... Daha sakinler bu kez ama şarkılardan gönül çelen melodiler ve ince dokunuşlar fışkırıyor... Boş şarkısı olmayan “Closing Time”, ayın en iyi albümlerinden biri...


Esben And The Witch - A New Nature
2011’in en iyi çıkışlarından birini yapmalarını sağlayan debutları “Violet Cries” ile heyecan yaratan, patlama yapmalarını beklerken ikinci albümüyle hayal kırıklığı yaratan İngiliz üçlü, çareyi Steve Albini’de bulmuş... Bu yenilenmeyi de doğru hesapladıkları verdikleri röportajlardan anlaşılıyor... Olabildiğince çiğ bir soundla, doğal seslerin peşinden gitmişler... Sınırları, duvarları da yok... Sekiz şarkılık albüm 10 dakikalık şarkıyla açılıyor, dördüncü şarkı da yaklaşık 15 dakika... İkircikli durumların, arada kalmışlıkların atmosferini taşıyan albüm, adeta çıkılması zor bir labirent... Klişe bir yorumla “hipnotize edici”...


Harvey Mapcase – Dot Kill Dot
Delicatessen ve Lodger ile tanıdığımız Neil Carlill’in zaman zaman kullandığı ismiyle yeni bir grup çatısı altında toplanmış... Doğa tutkunu olarak, kapanmak üzere olan bir vakfa yardım için girmiş stüdyoya... Kuşlara adanan albüm, 11 şarkıdan oluşuyor... Şarkıların adlarından anlaşılabildiği gibi kuşlara selam çakıyor, zamanın insan üzerindeki etkilerini de işliyor... Çok büyük iddiası yok, bağımsız bir kayıt bu... Mütevazi olduklarını da her an gösteriyor grup... Albümü seversiniz sevmezsiniz size kalmış, doğayı ve hayvanları sevenler için Cape Ann Wildlife’a destek olmak farz...


Interpol - El Pintor
En iyi debut albümler listesine girecek “Turn on the Bright Lights” ile iki binlerin en önemli çıkışını yapan grubun, on yıl içinde gözlerimizin önünde eridiğine şahit olmuştuk... Aynı etkiyi bir türlü yaratamıyorlar, vasat şarkılarla hiç umut vermiyorlardı... Dört yıl aradan sonra gelen albümden beklentisi olan da yoktu... Bu kadar iyi albümle gelmek o yüzden büyük iş... Şahane bir geri dönüş, öyle böyle değil... 11 şarkılık albüm daha ilk şarkıdan sarıyor ve sonrası repeat tuşuyla akrabalık... Yılın en iyi albümlerinden biri olduğunu ve yıldız yağmuruna tutulacağını da şimdiden ilan edelim... 


Lia Ices – Ices
Kendi halinde deneysel pop yapan ve keşfedene zevk veren hatun, “Girls” dizisinde kullanılan şarkıları sonrasında adını duyurmuştu... Asıl adıyla Lia Kessel bu kez daha ritmik, daha canlı şarkılarla gelmiş... Dinleyeni ağırlaştıran melankoliden uzaklaşınca baştan beri dilinden düşürmediği Feist ve Cat Power gibi isimlerin evrenine de yaklaşmış... Lakin halen arada kapatılması gereken bir mesafe var... Sizi bilmem ama benim için fazla pop tınlıyor...


Philip Selway - Weatherhouse
Radiohead davulcusuyken grubun yaşadığı değişime ayak uydurarak yaratıcılığını gösterdiği solo debutuyla saygımızı kazanan Selway, dört yıl sonra ikinci adımı attı... Hem de, o debutu aşmasını sağlayan ileriye doğru bir adım... Yine geride kalacak olsa da, arşivlerden eksik olmayacak albümlerden... Resmi çıkış tarihi 8 Ekim’den önce kulaklara düşen “Weatherhouse”, dinledikçe güzelleşerek sarıp sarmalıyor... 10 şarkılık albüm, kendi halinde iddiasız ve saf müzik işi... Dinlemeden geçmeyin...


Racing Glaciers – Don’t Wait For Me [EP]
2012’de kurulan Macclesfield’li beşli, üretkenliklerini göstermekten çekinmeyenlerden... İki yıla üç single ve iki e.p. sığdırdıktan sonra, üçüncüsünü de yayımladılar... Yavaş yavaş debut albüme doğru giden grubu alternatif sahnede şimdiden keşfetmekte fayda var... 4 şarkılık yeni e.p.’de, nefeslileri de kullandıkları “First Light” ile biz hazırız diyorlar... Daha iyi bestelerle, melodisi güzel grup olmuşlar artık... Siz de hazırlanın derim...  


Royal Blood - Royal Blood
Geçtiğimiz yıl kurulan ve müthiş bir destekle daha yayımladığı ilk single ile adını duyuran İngiliz ikili, öyle bir patlama yaptı ki, debutları yılın en çok beklenen albümlerinden biri oldu... Bu kadar ilginin karşılığını verebilecekler mi demeye kalmadan, rekor satışa daha üç günde ulaştılar... Albüm satışlarının azaldığı dönemde rekor kıracak denli önemli çıkışlarında enerji küpü olmalarının payı var... 10 şarkılık albümün boşu yok ve beklentilerin üzerine çıkarak şimdiden klasik olarak ilan edilmeyi de hakediyor... Yılın en iyi çıkışlarından birini, şahane debutlarıyla gerçekleştiriyorlar... Kulak vermekte gecikmeyin...


Sarah Jaffe - Don’t Disconnect
“Pretender” ile adını herkese ezberleten Jaffe, sesine aşık kalplere bu kez yüklenmemeyi seçen bir albümle gelmiş... Daha tempolu, daha ritmik olunca da tüm özelliğini yitirmiş sanki... “Fazla dinleme bağımlılık” yapar diye birbirimizi uyardığımız özel ses, vasat şarkılarla tamamen etkisiz kalmış bu sefer... 12 şarkılık albüm, dağınık en başta... İki iyi şarkı birbirini takip etmeyince içinde seçip yeni bir liste oluşturmak zorunda kalıyorsunuz... Kış müziği yapan kadın, bu kez yaz gibi baygınlık veriyor...


The Courteeners - Concrete Love
Kurulduğu 2006’dan bu yana üzerine koya koya giden ve her albümde gelişme gösteren İngiliz dörtlü, ideal alt grup kimliğiyle verdiği konserlerin arasında üretkenliğini sürdürüyor... Geçen yıl yayımladıkları “Anna” ile ülkemizde de konser veren grup, fazla bekletmeden 11 şarkılık albümle geri dönmüş... Dördüncü albümlerini bir de 23 şarkılık bonus konser cd’si ile şenlendirmişler... Yine enerjikler, yine kendi soundlarıyla yola devam ediyorlar ama aradan geçen bir senede değişen ne olmuşsa, ilk kez gerilemişler... Sıradan şarkılarla bir kulaktan diğerine geçip gidiyorlar... Hoş, biz ne desek boş... Kapasiteleri bu kadar... Hiç bir zaman birincilik kürsüsüne çıkamayacak olsalar da, bir şekilde podyumda yer alacaklar...


The Pierces – Creation
Müzik dünyasının en balon isimlerinden biri olan Alabamalı iki kız kardeş, popülerliğin getirisiyle şakımaya devam ediyor... İlk albümlerini 2000’de yayımlayan ikili artık son şansımızı kullanıyoruz diyerek girdiği stüdyodan folk-rock sounduyla yenilenerek çıkmış... Değişimle yakaladıkları yeni hava ve popüler dizilerde kullanılan şarkılarıyla 2007’nin en iyi çıkış yapan grubu olarak adlandırılmışlardı... Geride kalan 14 yılda, The Pierces denince akla gelenler halen aynı... Sağır sultana bile ezberlettikleri “Secret” ve Catherine Pierce’in güzelliği... Üç yıl aradan sonra yayımladıkları “Creation” ile de değişen bir şey yok... 13 şarkılık albümün vasatlarda seyretmesi normal ama neredeyse kendilerini aşmak üzere oldukları “You & I”ın uzağına düşmesi şaşırtıcı... 


The New Pornographers - Brill Bruisers
Sıkılmadan dinlenen konservatif şarkılarıyla tam gaz eğlence sunan kanadalı topluluk, merakla beklenen albümlerini nihayet yayımladı... Dört yıl aradan sonra gelen 13 şarkıyla tüm otoritelerden tam not aldılar... Beklentileri karşılamakla kalmayıp, yılın en iyi albümlerinden birini yarattıklarını söyleyenler de çoğunlukta... Lakin ben sevemedim bir türlü kendilerini, eğlence için müzik dinlemememin payı büyük... Kötü şarkıları allayıp pulladıktan sonra iteliyorlar gibi geliyor bana... 


Tom Petty and the Heartbreakers - Hypnotic Eye
Sahnede 38 yılı deviren altılı, 13 numaralı stüdyo albümleriyle fanatikleri mutlu etmeye geldi... Temmuz’un son günlerinde çıkan albüm, 11 şarkılık albüm klasik sound ile grubun yıllara meydan okuduğunu gösteriyor herkese... Eskimiş gibi görünen bir türe yeni hitler kazandırmak gibi zor bir işi başarmışlar... Amerikan dergilerinin yıldız yağmuruna tutarak ayakta alkışladığı “Hypnotic Eye”, aynı zamanda Bilboard listesinde zirveye oturan ilk albümleri... Yaşlı kurtlarla birlikte tadını çıkarmak isteyenler hiç vakit kaybetmesinler...


Tricky - Adrian Thaws
Muhteşem debut albümü “Maxinquaye” ile hepimizi mest eden bir başlangıca imza atan Tricky cepten yemeye devam ediyor... Karanlık atmosferin fısıldayan sesi, 20 yıla dayanan serüveninde hiç bir zaman debutunun yanına yaklaşamadı bir türlü... 11 şarkılık, bol konuklu onuncu stüdyo albümünde de türleri karıştırarak denemelerine devam ediyor... Geçen yıl yayımladığı “False Idols” ile eski günlerine döneceği sinyallerini veren Tricky, albüme de kendi adını vermiş ve gerçekten beklenen dönüşü gerçekleştirmiş... Yıllardır beklediğimiz ve artık ümidi kestiğimiz geri dönüşe kavuşmanın ödülü de, adını koymak gibi basit ve öz her şeyden önce... Sonrası 36 dakikalık şahane ve görkemli bir geri dönüş... 


Young Summer – Siren
Hakkında pek bilgi bulunmayan, resmi sitesinde de biyografisi olmayan Bobbie Allen, sahne adıyla debut albümünü yayımlamış... 2012’de başlayan macerada singlelar ve e.p.’nin ardından ilk albümün zamanı gelmiş... Alışıldığı üzere onları toparlayıp bir kaç şarkı eklemek yerine, tasarlanmış debut karşımızdaki... Electro-pop’un kadın hükümdarlığında ilerlemesiyle çabucak kulağa dolan ve duyulan albüm 12 şarkılık bir rüyayı andırıyor... Lakin bu rüya biraz dağınık, yer yer kopuk... İyi bir bütüne ulaşamadığı için de vasatın bir tık üzerinde... Vokaliyle içe işleyen Allen, London Grammar’dan M83’e hayli geniş bir yelpazenin içine konuşlanıyor... Melodik, leziz ve kişisel bir yolculuğun notları olarak özetlenebilir... 


******************
Yerliler:
******************



Ahmet Güven – Aşk
Yıl 2014 ve müzik piyasasında böyle biri var... Hem de bu altıncı albümü... Kendi çapında bir şeyler yapmaya çalışan müzisyen olarak tanımlamamızın üzerinden on yıl geçmiş dile kolay... Sound halen aynı, müzikal altyapısının klavyeden ibaret olmasına söyleyecek söz yok... Şaşırtıcı olan Anadolu Müzik etiketiyle raflarda olması... Kendine has üslubu, akıllara zarar sözleri ve vokaliyle yorumlar ve tanımlar üstü bir albüm... Akıllara zarar, şaka gibi...



Barış Tükeniş - Bende Kalanlar
Ayın en özel albümlerinden biri olan “Bende Kalanlar”, Batı Trakya için bir ilk... Gümülcineli Tükeniş, hayallerinin gerçek olmasından mutlu... Albümde yer alan 10 şarkıyı, "Batı Trakya denilen bu topraklarda gördüğüm, yaşadığım acı tatlı olayların besteler halinde yansıması " diyerek özetliyor gururla... Türk-Yunan ortak çalışması olduğunun da altını çiziyor sıkça... Aslında daha önce de albüm yayımlamış ama bu seferki tamamaen profesyonel diyor... Birçok zorluk yaşamış ve halen de sürüyor bu zorlu süreç... Türk rock içinde nereye konuşlanacağını zaman gösterecek ama yeni bir renk olarak katmaya gelmiş... İyi de etmiş... Genel olarak vasatı aşan albüm, kolayca dile dolanabilecek şarkılardan oluşuyor ama daha iyi düzenlemelere ve sounda ihtiyacı var... 


Erhan Akhan - Sonunda
Perküsyon ustası Akhan'ın 2 senedir üzerinde çalıştığı ilk solo albümü mayıs ayında çıkmış ama hiç gündeme gelmemiş adeta görünmez olmuş... Seksenlerin efsane gruplarından “Ra”nın davulcusu olan Akhan, önemli isimlerin albümleri ve konserlerinde de çalmış... Albümde davulları Erhan Akhan, klavyeleri Mert Topel, gitarları Sabih Cangil ve Bülent Güven, bas gitarları Turgay Çelik çalarken, geri vokallerde ise Sibel Tüzün, Begüm Günceler ve Harun Can var. 11 şarkılık albümde, Nilüfer’in klasikleştirdiği “Başıma Gelenler”in bossanova versiyonu ve Akhan’ın gezinin yıldönümünde yaptı “The Chapul Song” da yer alıyor... Eski üsul rock soundu üstüne basit sözler ve ortalama bir vokalle vasat şarkılar... İyi müzisyenlerle kaydedildiği kulağa yansıyorsa da, hep başka şarkıları andıran özgünlükten uzak şarkılarla dolu bir albüm...



Melek – Melek
Doksanların harika gruplarından Cultus’un vokalisti Burak Atalay’ın yanına Okaner Ertuğrul ve Fuat Güney'i de alarak yeniden aramıza dönmesine sahne olan Melek, kurulduğundan itibaren ilgiyle takip edilenlerdendi... 2011 ve 2012’de iki e.p. yayımladıktan albümlerini de merakla bekliyorduk... Lakin ne zaman geldiğini anlamak zor... Sosyal medya hesapları bir kaç aydır hareketsiz, nette bilgi yok, albüme rastlamak da şansa kalmış neredeyse... Mayıs sonunda çıkmış gibi görünen albümden bunca zamandır kimsenin haberdar olmaması da günümüzün sorunlarından... Neyse ki sonunda kavuştuk albüme... 9 şarkılık albüm, Cultus özlemi çekenleri fazlasıyla memnun ediyor... İyi sound ve harika melodilerin üzerine kendi deyimleriyle “içsel meramlarını anlatıyorlar”... Kıyıda köşede kalmayı hak etmeyen çok iyi bir ilk albüm... Iskalamayın...


Mola...

$
0
0
Uzun uzun imgelerle anlatıp, metaforlarla donatıp, afili cümleler edebilir, içimi dışarı çıkarabilirdim... Nefesimi uzun uzun tutup, kendimi zorlayıp eşiğimi görebilirdim... Marka kahvecilere gidip yer bildirimi yapabilirdim... Ya da masayı donatıp çilingir kıvamında, çekip fotoğrafını instagrama atabilirdim... Her sohbetin ortasında telefonuma davranıp bir dakka diyebilir, pardonlarımı sıralayabilirdim... Ya da twittera dalıp o gün ne varsa gündemde, her zamanki beylik laflarla tepkimi gösterip beğenilmesini bekleyebilirdim... Sosyal alemde gülücükler saçıp, fallar bakabilirdim... Her gelen mesaja anında dönüp, nezaketle mesafeyi koruyabilirdim... Ama yorulurdum günün sonunda... Yoruldum da...

Aslında uzun cümleler kurup çaktırmadan da anlatabilirdim meramımı... Ya da anlatmazdım, niye ki, kime ne hem?... Hesapta olmayan şeyleri de düşünüp, detaylandırmayabilirdim... Umursamayabilirdim... Ama umursuyorum lanet olsun ki...

Geçen ay bir konser peşine düşüp soluğu başka şehirde aldığımda mola veriyorum demiştim, yetmemiş... Dönüşte bir e-mail görünce gözlerim doldu... “Hocam, mobilden internet kullanamıyorsun galiba. Ben yardımcı olayım, aynı operatördeysek hemen net paketi göndereyim, değilsek yarın hallederim” demiş kelimesi kelimesine... Açıkladım elbet, interneti sadece pc başındayken kullandığımı... Tatil modundayken, insana karışırken karşımdakinin durmadan telefonuna bakmasını, o salak cihazın ötmesiyle pavlovun köpeği gibi tuş kilidini açmasını saygısızlık olarak adlandırdığımı... Uzun uzun anlattım hem de... Lakin bu ilk değil, bunun gibi çok örnek var... Üç gün yazı girmesem, sosyal medya hesaplarımda hareket olmasa “ne oldu? bir sorun mu var?”larla geçiyor son bir kaç yılım... Bu ilgiyi hak ettiğimi de düşünmüyorum ama, onlara karşı sorumluluğumu da biliyorum hep... Yoksa bu blog, her gün binlerce kişinin ziyaret ettiği bir blog değil... Yayındaki sekizinci yılında ama o rakamı hiç görmedi örneğin... Çok umursamadığım için bakmıyorum ama yarısını görmüştür belki... 

Neyse uzatmayayım... Bu yazıda, o ilgili dostlar için... Yakın tanıdıklar bilir, ağustos ortasından eylül ortasına kadar olan dönemim pek iyi değildir... Neden-sonuç ilişkisine girmeye niyetim yok... Lakin maske takıp her şey normalmiş gibi devam etmeye de... Bir tür inziva diyelim o döneme... Bu sene biraz gecikti aslında, gelmeyeceğini düşünmüştüm... Ama sıkmışım belki de kendimi... Portishead konserinin etkisiyle ertelenmiş belki de, ya da bir gün sonrasındaki alışık olmadığım mutlu gecenin etkisi belki... Lakin çoktan demlenmiş işte, o eşiği geçmiş, büyümüş içimde... 

Kısacası, ne kadarlık süre için bilmiyorum ama başta blog olmak üzere, internet üzerindeki tüm hesaplarımda moladayım... Sadece internette değil, gerçekte de tabii, dolayısıyla telefon etmeyi ve sms’i de unutun... Tek istisnam, radyo mood’daki “kulak keyfi mixtape”... Orda yayın sürecek, duyurusunu yapacağım ama onun dışında buralarda olmayacağım... Kişi ya da konu farketmeksizin, kimseyle iletişimde olmak istemiyorum... Gelen hiç bir şeyi okumayacağım... Haliyle cevaplamayacağım da... O yüzden af isteyeyim şimdiden... Meramımı anlatıp, sorumluluğumu yerine getirdiysem ne mutlu...

Bu dönemlerde dönüp dolaştığım üç şiir vardır, onları da paylaşayım meraklısına... Alaattin Topçu’dan...

“ah! bir çiçekten bir çiçeğe, bir daldan bir dala
çoğalamadığımız... gözlerimizden belli. oturuşumuzdan
küskünüz. nice yanılgılara imza koymuşuz, nice yılgılara
savrulmuşuz. anılar çağırsa da. bezginliğimiz
kaldırıp koyamaz bir adımı bir adımın yanına

üstelik yük oluyormuşuz eşe dosta. rahatsızlık veriyormuşuz.

ah! bir renkten bir renge, bir notadan bir notaya
tedirginliğimiz... parmaklarımızın titremesinden belii.
gülüşümüzden, yanımızda gezdirdiğimiz.
iç sıkıntılarımız, ruhsal sarsıntılarımız
dökülmüşüz. aşkımız çağırsa da. ezikliğimiz
kaldırıp koyamaz bir sevgiyi bir sevginin yanına

üstelik başımızın çaresine bakmayı öğrenmeliymişiz

ah! bir insandan bir insana, bir maymundan bir maymuna
tiksinmişliğimiz... kusmalarımızdan belli. buruşukluğumuzdan
ütüsüz. nice acılar giyinmişiz, nice yenilgiler
parçalanmışız. yoldaşımız çağırsa da. güvensizliğimiz
kaldırıp koyamaz bir omzu bir omzun yanına

üstelik umut bağladığımız dağlara kar yağmış...”

“usandım artık jiletle doğramaktan bileklerimi
ipimi boynuma geçirmekten, balkondan boşluğa yuvarlanmaktan
bıçağı gırtlağıma dayamaktan, kurşunla delmekten alnımı
kaç kez denediysem intiharı, uygun değildim uygun değildim...”

“orada beni bekleyen bir gelecek varmış
es geçiyorum
şurada beni bekleyen bir dün varmış
es geçiyorum
burada beni bekleyen bir bugün varmış
es geçiyorum

bütün beklentileri tükettim
tarihsiz ve tarifsizim...”

Aslında, iyi ki var dediğim güzel bir insan, benim yerime nefes vermiş... Adını da koymuş görmeden, bilmeden... O alsın sözü, ben kozamı öreyim, yırtmaya değer mi göreyim...




Draft Day : Zamanı Yavaşlatmak

$
0
0
Biz kendi kendimizi sözde üç büyüklerle avutup, yaz döneminde yıldız transferlerin heyecanına kaptırıp rekabetteki dengesizliklerle takımların kötü oyunlarına ve her yıl sil baştan başlamalarıyla kandırırken, okyanusun öte yanında tüm bu olumsuzlukları önleyen bir sistem var… Amerikan takım sporlarının liglerindeki güç dengesini sağlayan ve rekabeti canlı tutan “Draft” sistemi, alttan gelen oyuncuların çaylak olarak başlayıp yıldıza dönüşmelerini de sağlıyor… 

Amerika’da üniversitede okuyup profesyonel futbol oynamak isteyen genç oyuncuların takımlara dağılımını sağlayan sistem olarak özetleyebileceğimiz “Draft”ı daha detaylı anlatmak gerekirse kısaca şöyle… Liseyi bitirmesinin üzerinden 2.5 sene geçmiş oyuncularla diğer liglerde oynamış oyuncuların girebildiği bir sistem bu… Üniversite öğrencilerinin üç sene oynaması şartı bulunuyor… Draft’a giren oyuncular takımlarca sırayla seçiliyor… Bolca kurallarla netleşmiş draft sırasına göre her takım bir kere seçim yaptıktan sonra ikinci seçimlerini yapıyorlar ve yedi tur boyunca süreç ilerliyor… Seçilen oyuncuların takımlarıyla verilen sürede sözleşme imzalamamaları halinde bir sonraki sene draft’a girme hakları da bulunuyor… Sadece bu kadar değil elbette, uzun bir süreç ve seçim günü gelene kadar yine bolca kurala bağlı uzun bir hazırlık dönemi var… Ama bizi ilgilendiren sadece son aşaması, zira film bu aşamayı işliyor…

Koca bir sistemi hiç bilgisi olmayana bile 110 dakikada anlatarak filmi izlenebilir kılmak gibi zor bir işi üstlenen senaryonun altında Scott Rothman ve Rajiv Joseph’in imzası bulunuyor… Rothman ilk senaryosunda, ünlü oyun yazarı ve Pulitzer ödülü adayı Joseph’se Nurse Jackie’nin dördüncü sezonuna yaptığı katkıdan sonra ilk kez bir filmin senaryosuna imza atmış oluyor… Yönetmen koltuğundaysa bir usta oturuyor: Ivan Reitman… “Ghost Busters” serisiyle seksenlerin önemli isimlerinden biri olan Reitman, aile komedilerindeki şaşmaz başarısıyla doksanların sonunu getirmişti… “Six Days Seven Nights”tan itibaren dört filmdir fantastik maceralardan ilişki komedilerine geçmesiyse düşüşünü getirmişti… Son olarak 2011’de “No Strings Attached / Bağlanmak Yok” ile romantik komediye kadar düşen Reitman, üç yıl sonra spor dramasıyla dönmüş… 18 filmlik kariyerinde ilk kez komedi öğeleri yok ve salt drama… Bu dönüş için iyi senaristlerle çalışmakla kalmamış, iyi de bir kadro kurmuş… Tüm yükü Kevin Costner üstlenirken, Jennifer Garner, Chi McBride, Chadwick Boseman, Frank Langella, Denis Leary, Terry Crews, Sean Combs, Ellen Burstyn, Sam Elliott, Kevin Dunn ve Rosanna Arquette ona eşlik edenler… Ayrıca ünlü sporcularda kendilerini oynayarak renk katıyor…

32 takım, yedi tur ve 224 genç adam... Draft gününün ilk saatlerinden itibaren geri sayıma başlıyoruz... Cleveland Browns takımının genel menajeri Sonny Weaver Jr.’la tanışıyoruz... Babasını yeni kaybetmiş, herkesten sakladığı ilişkisinde tökezlemenin eşiğinde, takım sahibinin soluğu ensesinde ve koçla nasıl anlaşacağını da bilmeyen bir adam... Önündeki uzun günde iyi seçimler yaparak herkesi memnun etmesi gerekiyor... Diğer yanda da rekabetin getirdikleri var elbette... Sistemin getirdiği takas içerikli anlaşmaların getirdiği seçenekler de var... Ne yapacağını bilmez halde kararsız bir adamın gününü izliyoruz... Bu stresli gün için yapılan yorum zamanı yavaşlatmak gerektiği... Onu yapabilen ve günü zaferle kapatan bir adamın öyküsü bu... Zamanı nasıl yavaşlattığını ve mucize yarattığını çoğunlukla dökümantere yaklaşarak anlatıyor “Draft Day”...

Takımları stadyumlarını göstererek tanıtarak başlayan Reitman, Amerikalılar için önemli günü takımların tüm stresiyle, kurnazlıklarıyla dolu yoğun trafiği yansıtarak gerilim ve heyecan yaratmak zorunda olduğunun farkında... Ana öyküsünü takip ederken, tadında yan öykülerle hikayeyi de iyi kuruyor... Sonny’nin hayatına da odaklanıyoruz, seçim adayı iki oyuncuya da... Soluksuz geçecek günü anlatırken beklenen tempoyu ve heyecanı yakalıyor Reitman... Ekranı bölerek her şeyi de gerçekçi kılıyor... Oyuncular da üzerine düşeni yapınca, ortaya dökümantere yaklaşan bir film çıkıyor... 

NFL’in en önemli günlerinden birine dair iyi yazılmış ve yönetilmiş bir film “Draft Day”... NFL hayranları için tam bir ziyafet... Konuya ilgi duymayanları da içine çekecek temposuyla, bir takımın nasıl kurulması gerektiği ve sezon öncesi hesaplamalarına dair ülkemizdeki keşmekeşin anti tezi kıvamında olmasıyla da sporseverler için önemli bir seçenek...


Torment : Yeni Baba Yaratmak

$
0
0
Vahşet dolu gerilimlerin ardından katillerin en güvenli yerler olan sakin kasabalara inmesi, film neyi anlatırsa anlatsın haddin fazla korkutucu olmuştu zamanında... Kapısını kilitlemeye bile gerek duymayan bir huzurla yaşadıkları kasabalarını bir suçlunun tehdit etmesi düşüncesi korku uyandırmıştı... Sayısız örnekten iki tanesini analım yeri gelmişken... Alfred Hitchcock 1943’te “Shadow of a Doubt” ile mutlu kasabaya bir yabancının getirdiği şüphe tohumlarını ekmişti… Wes Craven da 1972’de sessiz sakin bir kasabada aileyi tehdit etmişti “The Last House on the Left”de… Korku filmlerinin aileyi evinde işgal edip öldürmesini konu alan gerilimlerin etkisi günümüzde artık azalmış olsa da, filmlerin vazgeçilmez konusu olmaya devam ediyor… Bu klasikleşmiş formülü kullanan 2013 yapımı bir örnek “Torment”…

Senaryoyu kotaranlar henüz çaylak seviyesinde iki isim: Michael Foster ve Thomas Pound... İlk senaryosuna imza atan Foster, şu sıralarda çekim aşamasında olan bilim kurgu dizisi “Killjoys”la adını duyurmaya hazırlanıyor... Kısa filminden sonra tv’ye geçiş yapan Pound ise iki sezonu deviren “Motive”in senaryo kadrosunda yer alıyor... Peliküle aktaran isim de aktörlükten yönetmenliğe geçiş yapan Jordan Barker... İlk filmine 2004’de spor draması “My Brother's Keeper” ile imza atan Barker, iki yıl sonra korku/gerilime geçiş yapmış ve beklediğinden fazlasını alarak adını duyurmuştu... Bizde de “Lanetli Bataklık” adıyla gösterime giren “The Marsh” New York City Horror Film Festival’den aldığı iki ödülle taçlanmıştı... Türü seven Barker, 2009’da “Duress” ile geri döndüyse de aynı başarıyı yakalayamamıştı... Bildik konuları işleyen ve vasatı tutturan filmlerin yönetmeni olarak yeni bir çıkış arayan yönetmenin şimdilik son filmi “Torment” en azından prömiyerini Screamfest Horror Film Festival’de yaparak ilgi yarattı... Bu ilgiyi de şu sıralar çıktığı ev sineması pazarında kullanıyor...

Kanada yapımı filmin oyuncu kadrosu da tv dizilerinden aşina olduğumuz isimlerden oluşuyor... Son olarak “Being Human” ve “Hannibal”da izlediğimiz Katharine Isabelle ile “Sanctuary” ve “Defiance”den Robin Dunne başı çeken oyuncular ve çok iyi olmasalar da gerekeni yapıyorlar... Onlara Stephen McHattie, Noah Danby, Inessa Frantowski ve Amy Forsyth eşlik ediyor... 

Hikayesinin çatısını 2011 yapımı “You're Next / Katliam Gecesi”nden alan Torment, bu alıntıların üzerine aile ve özellikle de baba kavramlarını yerleştirerek işliyor... Açılışını da Friedrich Nietzsche alıntısıyla yapıyor: “Birinin iyi bir babası olmadığında, yaratmalıdır.” Ne izleyeceğimizi de ilk sahnesinden görüyoruz... Sofra duası edilirken beklemeden yemeğe başlayan aksi bir baba, karısı ve kızıyla evinde otururken katlediliyor ve kestik... Yeni bir aileyle tanışıyoruz bu kez... Eşini kaybetmiş ve yeniden evlenen bir baba, annesini özleyen ve üvey annesini kabullenmeyen bir oğul, yeni eş... İkinci evlerine doğru yolculuktalar... Sakin kasabalarında tatil yaparak, kaynaşacaklar... Eve gittiklerinde, çok sürmeden gerilim başlıyor... Evin boş olduğunu farkeden bir grup gencin bir süre kaldığını farkediyorlar önce... Sonrası sesler, gölgeler, kuşkularla başlayan bildik işleyiş... Oğlanın peluş hayvanlarının başlarını yüzüne takan bir grup, aileyi hedef alıyor... Bolca benzer örnekten farklı olarak tek yaptığı, kötü baba olduğuna inandığı adam ile oğlunu biraz daha ayrıştırması... Ki onu da, layıkıyla kullanamıyor... Çocuğuna iyi davranmayan babaları cezalandıran bir film gibi görünüyorsa da tipik kutsal aile kavramına uzanıyor...

Orijinal bir fikri olmayan tipik ev istilası gerilimi “Torment”, yeni bir şey söylemese de türün gerektirdiklerini rahatça yapan ve kolayca izlenen bir film... Atmosferini kolayca kuran ve vahşete, kana fazla bulaşmadan istilayı da yumuşak anlattığı için vasatı aşabilen bir örnek olarak korku olsun çamurdan olsun diyenleri bekliyor...



Very Good Girls : Bakir Sancılar

$
0
0
Sinema dünyasının son yıllarda daha sık işlediği ve seriye dönüşmesinden keyif aldığı bekaret filmleri hız kesmiyor... Taze ergenin ilk cinsel deneyimi söz konusu olunca akan kanların durduğunu ve o deneyim uğruna her şeyi göze alan karakterlerin maceralarını izlemeye hevesli seyircinin nabzına şerbet filmlerinde ardı arkası kesilmiyor... “Very Good Girls” de bu yolun yolcusu... Lakin bir farkla, adından da anlaşılacağı gibi bu kez merkezde kızlar var...

Prömiyerini Sundance film festivalinde yaparak adını duyuran filmin yönetmeni de hayli tanıdık bir isim: Naomi Foner...  Maggie ve Jake Gyllenhaal kardeşlerin annesi olan Foner, ilk yönetmenlik denemesinde... 1986 yapımı “Violets Are Blue...” ile senaristliğe adım atan Foner, iki yıl sonra “Running on Empty” ile oscar adayı olmuş ve seneyi üç ödülle kapatarak adını duyurmuştu... 1993 ve 1995’de Stephen Gyllenhaal ile roman uyarlamaları “A Dangerous Woman” ve “Losing Isaiah”a imza atan Foner, on yıl sonra yine bir roman uyarlamasıyla “Bee Season”la geri dönmüştü... Gişe yapan ama kimseye yaranamayan filmden sonraki sessizliğin sonunda ilk kez yönetmen koltuğuna oturarak geri dönmüş... Ve elbette kendi senaryosuyla... 

İki kızı anlatmaya soyunmuş Foner... Üniversiteye gidişleri öncesi son yaz tatilinde yaşadıkları sancılara odaklanmış... Lilly ve Gerri... Aileleri bakımından birbirinin zıttı iki kız... Liliy’nin ailesi dağılmanın eşiğinde, bolca buhranla dolu sessiz bir evde her şey hasıraltı... Gerri’yse mutlu bir ailenin şanslısı, neşeli ve her şeyi konuşan ebeveynlerin susmak bilmediği bir ev... Kızlar hakkında bildiğimiz fazla bir şey yok... Lilly tur rehberi, Gerri gitar çalıyor ve gerisi meçhul... Filmin konusuna gelince; ikilimiz akranları arasında gezegenin son bakireleri olmaktan muzdarip... Bu yaz çözelim bu işi diyorlar... İlk adımı da halk plajında çırılçıplak yüzerek atıyorlar... Acaba çılgın iki kızla mı karşı karşıyayız dediğimiz bu ilk sahnenin aksine, çok sıradan kızlar... Günümüz gençliğinin aksine, sanal alemde dolaşmıyor ve telefonla haşır neşir değiller sadece... Bu sıradanlıklarının tavan yapmasıysa, aynı erkeğe ilgi duymaları... Artık klişe bile denemeyecek basitlikte konunun işlenişi de, erkek yüzünden çatışmaları da sonuca bağlanması da aynı sıradanlık ve yavanlıkta... Oysa pazarlama aşamasında sürekli vurgu yapılan, ikilimizin boğuştuğu bakir sancılar olmuştu... Haliyle ortada ne orijinal karakterler var, ne de orijinal bir konu... Daha önce izlenmişlik hissiyatının izleyicinin boğazına yapışması da bundan... Filmi izlenir kılabilecek ya da albeni yaratacak şeylerse, oyuncu kadrosu, görüntü yönetimi ve müzikleri olabiliyor ancak...

Sinema dünyasının önemli isimlerinden biri olmanın getirisiyle, iyi bir kadro oluşturmuş Foner... Ağırlık Dakota Fanning ve Elizabeth Olsen’de... Boyd Holbrook, Owen Campbell, Clark Gregg, Peter Sarsgaard, Ellen Barkin, Richard Dreyfuss ve Demi Moore da onlara eşlik eden isimler... Üzerlerine düşeni yapıyorlar ama zaten ortada oyunculuk gerektiren bir durum yok... “I Am Sam”le tanıdığımız o küçük kızın artık büyüyüp, kafayı bekarete taktığını görmek de garip değil artık... Zira Fanning büyüdüğünü daha önce göstermişti... Görüntü yönetmeni Bobby Bukowski ve müzikleri seçen Jenny Lewis filmi izlenir kılabilen dokunuşları yapan isimler...

Sundance’in ardından Deauville American Film Festival’de izleyici karşısına çıkan film, Haziran’da internet üzerinden izleyicisini aramış ve Temmuz’da da sınırlı sayıda salonda gösterime girebilmiş... Bizde de korsan alemde meraklısını bekliyor... Bekaretini kaybetmek isteyen Fanning ve Olsen olunca ilgi çekmesi normal elbette... Peşinen söyleyeyim, Fanning’in masumane sevişme sahneleri dışında onlarda istediklerini bulamayacaklar... Zira Foner, çıplaklığa prim vermiyor, derdinin sansasyonel sahnelerle dikkat çekmek olmadığını gösteriyor...

Masumiyeti kaybedince kendimizi yeniden bulmamız gerektiğini düşünen Foner, iki genç kızın üzerinden olabildiğince eskimiş bir konu ve işleyişle izleyicisini sıkıntıdan patlatıyor sonuç olarak... En iyisi, sinemanın masumiyetini kaybetmemesi için uzak durmanız olur...


Dünyanın En Eğlenceli A Capella Grubu The Voca People 15 Ekim’de Black Box'ta…

$
0
0
Dünyaca ünlü sanatçılar 70. yılını kutlayan Yapı Kredi’nin ana sponsorluğunda düzenlenen “Good Music In Town Konserleri” kapsamında Ekim ve Kasım aylarında İstanbullu sanatseverlerle bir araya gelecek. Konser biletlerine Biletix’ten ulaşabilirsiniz.

“Good Music in Town” konsepti çerçevesinde İlk olarak, tüm dünyada kapalı gişe gösteri yapan A Capella grubu The Voca People, 15 Ekim’de Black Box İstanbul’da İstanbullu sanatseverlerle buluşacak. 

Vokal sesleri ve A Capella'yı modern beat-box ile harmanlayan; diller, kültürler hatta gezegenler arası köprü kuran dinamik, galaksiler arası müzikal bir tiyatro olan The Voca People, "Hayat müziktir ve müzik hayattır" sloganıyla 2009 yılından bu yana Güney Amerika, Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, Orta Asya ve Avrupa’da birçok ülkede sahneledikleri müzikaller ile sanatseverlerle bir araya geldi. 

Şovlarında, bugüne dek dünya çapında hit olan birçok şarkıyı sadece insan sesi ile seslendiren topluluk, seyirciyi de gösteriye dahil ederek muhteşem bir aile eğlencesi sunuyor. Grup; Lady Gaga, Beatles, Adele, Queen, Maroon 5, Michael Jackson gibi pop sanatçılarının şarkılarının yanı sıra The Godfather, The Pink Panther, Mission Impossible gibi film müzikleri ve Beethoven'dan Tchaikovsky'e Klasik Müziğin en önemli eserlerini de muhteşem bir performansla İstanbullu müzikseverle 15 Ekim’de buluşmaya hazırlanıyor.  

Bu eğlenceli gösterinin biletlerine Biletix’ten ulaşabilirsiniz. 

“Good Music In Town” Konser Takvimi:
Sarah Brightman 9 Kasım’da Ülker Sports Arena’da
Dee Dee Bridgewater 21 Kasım’da Zorlu Center PSM’de
André Rieu 27 Kasım’da Sinan Erdem Spor Salonu’nda ve 29 Kasım’da Ülker Sports Arena’da 

Beyaz Yakalı Bir Kadının Kara Komedisi “Hayatımın Bilgisi” Yeni Sezonu Ekim'de Açıyor!

$
0
0
Beyaz yakalı bir kadının hikâyesini anlatan tek kişilik oyun “Hayatımın Bilgisi” yeni sezona 16 Ekim Perşembe günü Saat 21.00’da SekizinciKat’da merhaba diyor. 

“Hayatımın Bilgisi” bir kadının hikâyesi. Tanıdık, bildik ve sıradan. Metroda yanımıza oturan, vapurda telefonunu kurcalayan. Hayatın koşturmacası içerisinde durmak bilmeksizin yuvarlanan. “Başka türlü bir şey”i arayan ama ne onu var edecek kadar güçlü ve cesur, ne de onu unutacak kadar ikiyüzlü olan. Aşık-mış, ait-miş, mutlu-ymuş gibi yapa yapa rolünde ustalaşan; aşık, ait, mutlu olan. Ama ne yaparsa yapsın, içindeki sesleri susturamayan. 

Beyaz yakalı bir kadın çalışanın, bir sunum sırasında benliğinin derinliklerine doğru çıktığı yolculuğu anlatan oyun, kendisi de bir beyaz yakalı çalışan olan Özgür Akarsu tarafından yazıldı. Hayalleri, geçmişi ve toplumsal tanımlar arasında sıkışıp kalmış bir bireyin çığlığı olarak nitelendirebilecek “Hayatımın Bilgisi” sezon boyunca Sekizincikat’da seyredilebilir. 

“Sabah kalktığımda yine yeni bir insan olarak hayata başlıyorum. Başarılı bir iş kadını, iyi bir sevgili, iyi bir vatandaş, kazanmayı ve harcamayı bilen, kendisine güveni tam son model bir bir bir bir….şey işte. Son model bir şey…”

"Huzursuzluğumuz Umudumuzdur..."

Gösterim Tarihleri:  16 Ekim  /  13 - 27 Kasım / 11 Aralık Perşembe   Saat : 21.00
Yer: SekizinciKat (İstiklal Cd. Galatasaray Aznavur Pasajı) 
Rez: 0545 462 45 28

Hayatımın Bilgisi, tiyatrocu, müzisyen ve görsel sanatçıların kollektif çabasıyla şekillenmiş bir projedir. Oyuncular dışındaki tüm kadro hayatlarını avukat, öğretmen, mühendis vb. mesleklerde idame ettirirken bir yandan da sanatlarını icra etmeye çalışmaktadırlar. Bir grup kurmak yerine proje etrafında bir araya gelen ekip, gönüllü çabalarıyla HAYATIMIN BİLGİSİ'nin seyircisiyle buluşmasını sağlamıştır.

Oyuncu: Münibe Millet
Oyuncu ve dansçı Münibe Millet, özel bir okulda eğitmenlik yapmaktadır. Öğrencilik yıllarından itibaren birçok televizyon, dans ve tiyatro projesinde yer almıştır. Son olarak geçtiğimiz yıl, IDANS Avrupa Komisyonu’nun Kültür Programı tarafından desteklenen Jardin d’Europe ağı çerçevesinde gerçekleştirilen “Down to the Earth”  adlı çağdaş dans performansının koreografı ve dansçısıdır. 

Yazar: Özgür Akarsu
Üniversite yaşamı boyunca İTÜ Sahnesi’nde sonrasında da Seyyar Sahne’de tiyatro yapan Özgür Akarsu, şu an özel bir şirkette çalışmaktadır. Geçmişte Murat Uyurkulak’ın “Har” adlı romanı üzerine bir oyunlaştırma denemesinde bulunan yazarın “Hayatımın Bilgisi” ilk özgün metin çalışmasıdır.

Yazan-Yöneten: Özgür Akarsu
Oynayan: Münibe Millet
Dramaturji: Zafer Ertem
Görsel Tasarım-Uygulama: Bilge Can Gürer
Video ve Ses Oyuncu Kadrosu:  Başak Meşe, Efe Keleşoğlu 
Işık Tasarımı: Metin Çelebi
Müzik: Mantar Palas
Afiş: Okan Kayabaş
Prodüksiyon: Aslı Şüküroğlu
Süre: 80 dk.
Bilet Fiyatları: Tam 30 TL / Öğrenci 20 TL




Squatters : Süprüntüler

$
0
0
Fırsatlar ülkesi Amerika’nın kapitalizmle öğüttüğü sıradan insanları, öğretileri yerine getirirken bir de görünmeyen yüzü vardır hep bu toplumun... Evsizlerin yaşam mücadelesi de yaşanır paralelinde... O evsizler ki, pek görülmez... Çoktan gözden çıkarılmışlardır, kolayca harcanabilirler... Önemli bir etiketleri olmadığından, suça karışmaları bile sıradan vaka olarak unutulup geçer gider... Çoğunlukla da kurbanlardır zaten... Öyle renkli bir hayatları yoktur ki anlatılmaya değer olsun... İkinci şans, yeniden ayağa kalkma gibi öyküler dışında görmezden gelinirler her daim... 2014 yapımı video işi “Squatters” onlardan değil... Hikayesini evsiz ikili üzerine kuran bir dram...

Aktörlük kariyeri henüz yan roller seviyesinde süren Justin Shilton’un senaryosunu yazdığı filmin yönetmen koltuğunda da Martin Weisz oturuyor... Shilton, aynı yıla iki senaryo sıkıştırmış ama ilk kez tek başına kotarmış öyküyü... Uzun bir klip yönetmenliği kariyerinin ardından sinemada aynı başarıyı henüz yakalayamayan Weisz ile Shilton’un yolları 2002’de kesişmiş... Yönetmenin kısa metrajı “60 Seconds”da başrolü üstlenmiş Shilton... İlk uzun metraj “Rohtenburg”, 2006’da gelmiş... “Grimm Love” adıyla da bilinen gerilim, FrightFest Film Festival’inde yaptığı ilk gösteriminin ardından bolca festival gezmiş ve sonunda bolca adaylık ve yedi ödülle iyi bir ilk film olarak hafızalara kazınmıştı... Weisz’in, yeniden çevrim “Tepenin Gözleri”nin devam filmi “The Hills Have Eyes II”nin yönetmen koltuğuna oturmasını sağlayan da bu başarı olmuştu ama sonuç pek parlak olmadı... “Squatters” ev sineması için bile olsa yönetmenin yedi yıl aradan sonra setlere dönüşüne sahne olmuş... 

“Squatters”, iki evsize odaklanıyor, iki süprüntüye... Zengin bir ailenin tatile çıkıp boşalttığı evi işgal eden ikiliye... Kelly ve Jonas, plajda yatan yiyecek çalan alem yapan ikilimiz... Hep bir an sonrasını düşünerek yaşayan ikiliden Jonas, bir konuşmaya kulak misafiri olunca işin rengi değişiyor... Zengin bir aile tatile çıkacak ve ev boş... Kapının şifresini de duyuyor Jonas... Ve soluğu o evde alıyorlar... Güzel bir manzara, rahat bir küvet, pahalı ve şık kıyafetler, lüks arabalar... Hepsinden faydalanarak atlıyorlar porche’a özendikleri lokantaya giderek özendikleri hayatın tadını çıkarıyorlar... Jonas, vurdumduymaz ve fırsatçı... Aklını kullanarak evi boşaltma planlarına girişiyor hemen... Onun aksine Kelly duyarlı ve duygusal... Ailenin videolarını izleyerek dramlarına ortak oluyor... İkilinin bu lüks hayat yalanı çok sürmüyor elbette, ailenin eve erken dönüşüyle olaylar sarpa sarıyor...

Öyküsünü iyi işliyor Weisz, hiç acele etmiyor... İyi bir dram kuruyor kendince, temposuzluk sorununu da iyi bir görüntü yönetimiyle Harold Skinner çözmüş... Ki ödülle de taçlanmış emeği... Oyunculukları da vasatın üzerinde... Ki kadrosu da gayet iyi... Thomas Dekker, Gabriella Wilde, Luke Grimes, Richard Dreyfuss ve Lolita Davidovich üzerlerine düşeni yapıyorlar... Güzelliğiyle öne çıkan Wilde, kendini gösterme fırsatını kullanmış ve en çok o sırtlamış filmi... 

Tahmin edilebilir konusuna rağmen sıkılmadan izlenebilir bir dram çıkarmış Weisz... Çıplaklık, kan ve vahşetten kaçınmış... Tam o anlarda grafik kullanımıyla, efektlerle çözmüş işi... Sevişme sahnesini iyi kotarmış örneğin... 3 boyutlu heykellere dönüşmüş sevişen ikili... Çatışma sahnesinde de ağır çekimle çizgi roman havasıyla iyi iş çıkarmış... Zaten filmin en çok akılda kalan sahneleri bunlar...

İyi giden 90 dakikanın sonrasıysa faciaya dönüşmüş... Her şeyi çok çabuk çözüyor, çok aceleye getiriyor “Squatters”... O hızla da duvara tosluyor adeta... İyi giderken, nabza şerbet finale direksiyon kırmak çekimler sırasında bulunmuş acele çözüm gibi duruyor... Sanki ucu açık senaryoyla çekime başlamışlarda, finali o sırada bulmuşlar gibi... 102 dakikalık filmin boşlukları çok aslında, bir kaç sahne çıkarılabilir ve olayların çözümüne daha fazla zaman ayırılabilirdi... Weisz ve Shilton’un bu saçma tercihleriyle olan, iyi dramın kimseyi tatmin edemeyen finaline oluyor... Bu aceleci finali dert etmezseniz, sıkmadan iyi vakit geçirten bir dram Squatters...


Aklını İmkansızlığa Açabilirsin : Bir

$
0
0
Nöro Eğitim ve Psikolojik Danışmanlık Merkezi’nin kurucularından Ethem Kocabaş, daha önceki kitaplarından farklı bir temanın işlendiği, gerçeklik, zaman, mekân ve paralel evrenler olgusunu odak noktasına alan Matrix tadındaki Bir romanını okurun beğenisine sunuyor!

Hayatın akışına müdahale edebilir misiniz? O, ediyor! Tıpkı kelebek etkisi gibi…

Bir ışık, bir yüz ve bir patlama! Belki olacakların önüne geçebiliriz…

“Seçimlerimizi beynimiz aracılığıyla ruhsal yanımızın yapmasının bilincinden hareketle, kuantum fiziğinin öğretisinden yola çıkarak, nöron ağının yapılandırması sayesinde hayatın akışına müdahale etmekten bahsediyorum. Sen de bu aşamalardan geçiyor olabilirsin.” 

Davranış bilimleri ve insan beyni üzerine araştırmalar yapan bir akademisyen geçirdiği bir kaza sonrasında bazı insanların başlarında aura benzeri ışıltılı alanlar görmeye başlar. Buna bilimsel olarak hiçbir açıklama getirilemez. Fakat o her geçen gün daha sıra dışı olaylar yaşamaya devam eder. Dünyadaki hayatı ve gerçekliğe dair sahip olduğu tüm bilgileri sorgular hale gelmiştir. Yaşadıklarına ışık tutmak için araştırmalarını derinleştirdikçe tarihte iz bırakmış olan pek çok bilim insanı ve sanatçının bugüne kadar ortaya çıkmamış gizli mesajlarıyla karşılaşır.

O artık kuantum fiziğinden paralel evrendeki eş izlerine, noetik biliminden dünya dışı medeniyetlere kadar uzanan büyük bir labirentin içinde yolunu bulmakta zorlanmaktadır. Bu dünyadaki hayatın gerçek mi yoksa bir yanılsama mı olduğu sorusuyla yüzleşmeye koyulur.

Bir akşam gördüğü bir rüya evrenin ve bu dünyadaki varoluş nedeninin sırlarını çözmek için ona çok değerli bir ipucu sunar. Artık paralel evrenle ilişki kurabilmektedir ve bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Çünkü evrenin baş mimarı ile yüzleşerek ölümün gizemini çözmenin zamanı gelmiştir.

Yeni Tanışanlar İçin Ethem Kocabaş
Eğitim uzmanı Ethem Kocabaş tipoloji, nöroloji, kuantoloji, psikoloji ve genetik konularında araştırmalar yapmakta ve bu bilim dallarında Türkiye çapında yürütülmekte olan çeşitli projelere destek vermektedir. Nöro Eğitim ve Psikolojik Danışmanlık Merkezi’nin kurucularından olan Kocabaş, çok sayıda akademisyenin desteğiyle Türkiye’de ilk defa mesleklerin zihin süreçlerine göre analiz edilmesi konusunda özel bir proje başlatmıştır. Eğitim kavramında zihin süreçlerinin tipoloji ve nöroloji bilimleriyle sentezlenmesi konusunda faaliyette bulunan merkezde, halen eğitim uzmanı olarak çalışmalarına devam etmektedir.

Yazarın Altın Kitaplar’daki Diğer Kitapları: 
Zihnin Şifresi, Zihinsel Uyanış, Hep Çocuk Kaldık, Zihni Özgürleştirmek, Liderliğin Zihin Kodları, Müzik ve Zihnin Gizemleri

Bir / Ethem Kocabaş
Roman / Bilimkurgu - Fantastik
256 sayfa
15.00 TL
Dağıtım Tarihi: 19.09.2014


Broadway ve Hollywood’un Ünlü İsimleri Bu Sezon Zorlu’da!

$
0
0
Açılış sezonunda dünyaca ünlü müzikal ve performanslarla Türkiye’yi ilklerle buluşturan Zorlu, yeni sezonuna dünya starlarıyla devam ediyor... 

Performans Sanatları Merkezi, ikinci sezonunda The Phantom of the Opera ve Disney’den Beauty and the Beast’in yanı sıra “An Evening with Hugh Jackman” ile ünlü Hollywood yıldızı Hugh Jackman, ‘Love Letters’ adlı oyunu ile sinemanın efsane ismi Gérard Depardieu ve Anouk Aimée, Broadway’in en sevilen eserlerinin hem İngilizce, hem Fransızca seslendirileceği “Musical Hits”le Notre Dame de Paris oyuncuları, Korhan Futacı ve Kara Orkestra ile Sezen Aksu, katıldığı festivallerde ayakta alkışlanan Karsu ve çok daha fazlasını sahnesinde ağırlayacak. 

“Wolverine” İstanbul'da
“Wolverine”, “X-Men”, “Les Misérables (Sefiller)” ve “Real Steel” gibi filmleriyle tanınan Tony Ödülü sahibi Hugh Jackman, şarkıcılık ve danstaki yeteneklerini birebir gözler önüne serdiği “An Evening with Hugh Jackman” ile Zorlu sahnesinde olacak. 2004 yılında, Broadway'deki ilk rolü olan The Boy from Oz ile ödül alan sanatçıya İstanbul’daki performansında 18 kişilik orkestra ve dansçılar eşlik edecek. 2009'da, son James Bond Daniel Craig ile sahne aldığı ve “hit” olan “A Steady Rain (Sıkı bir Yağmur)” ile Broadway'e tekrar dönen ve 2011'deki solo performansı ile Zorlu’da sahne alacak olan sanatçı gösteride “Singin’ in the Rain” ve “Guys and Dolls” gibi klasik olmuş müzikallerden yorumlara da yer verecek. 

Gerard Depardieu’yü tiyatro sahnesinde izle... 
“Love Letters”; iki olağanüstü oyuncuyu aynı sahnede yan yana görmemizi sağlayan Pulitzer Tiyatro Ödülleri'nde finale çıkmış ve 30’dan fazla dile çevrilmiş; sevginin güçlü bağlantısını, komik ve aynı zamanda duygusal bir şekilde anlatan bir A. R. Gurney oyunu... Zorlu’da tek gece sergilenecek oyunda efsanevi film yıldızı Gerard Depardieu ve Cannes, Golden Globe ve Cesar Ödülleri sahibi ünlü aktrist Anouk Amiee yer alıyor. 

Zorlu yeni sezonunda artık yapımcı koltuğunda!
İlk sezonunda “Jersey Boys”, “CATS”, “Notre Dame de Paris” gibi dünyanın en popüler müzikallerini Türkiye ile buluşturan ve 100 binin üzerinde izleyiciye ulaşan Performans Sanatları Merkezi, yeni sezonunda çok özel bir projeye daha imza atıyor. Off-Broadway'de “hit” olan, dünyada rekor üstüne rekor kıran ve 12 yılda pek çok ülkeye uyarlanan “Seni Seviyorum, Mükemmelsin, Şimdi Değiş” müzikal oyunu ile Zorlu, bu kez yapımcı koltuğuna oturuyor. Mehmet Ergen ve Lerzan Pamir yönetiminde sergilenecek oyunun, ses, ışık ve dekor tasarımları yapılıyor. Ekim ayı sonunda başlaması planlanan proje, kadın erkek ilişkilerini kahkahalarla izlenecek bir gösteri ile sahneye taşıyor. 

Türkiye’den uluslararası sanatçıların muhteşem projeleri de Zorlu’da
Zorlu’nun yeni sezon programına eklenen flaş isimler arasında ayrıca ilk albümü Girizgah’ın lansman konseriyle Alaturka Records; 50. Sanat Yılını Nükhet Duru, Aysun Kocatepe, Cihan Ünal, Doğan Hızlan, Halit Kıvanç, Enver Aysever ve daha pek çok ünlü sanatçı eşliğinde kutlayacağı özel konserle Ali Kocatepe; sürpriz projesiyle sahne alacak olan Fazıl Say, farklı müzik deneyimlerini tek bir fikir altında toplayan “Korhan Futacı ve Kara Orkestra” ile vereceği ilk konserle Sezen Aksu ve Azam Ali ile Zara eşliğinde vereceği özel konserle Mercan Dede de yer alıyor. 

Güzel ve Çirkin müzikali, yoğun talep üzerine 26 Ekim’e kadar uzadı! 
Yeni sezonda ayakta alkışlanacak performanslarla izleyiciyle buluşacak olmanın heyecanını yaşadığını belirten Zorlu Performans Sanatları Merkezi Genel Müdürü Ray Cullom, "Hugh Jackman, Gérard Depardieu ve Anouk Aimée gibi dünya starlarını Zorlu'da ağırlayacak olmak, tüm ekibimle birlikte beni de gururlandırıyor" dedi. Cullom sözlerini şöyle sürdürdü: “Bu sezonun lokomotif etkinliklerinden biri olan Disney’den Beauty and the Beast’e izleyicinin yoğun bir talebi ile karşılaştık. Bu bizi çok mutlu etti. Bu yoğun talebe karşılık verebilmek adına gösteri süresini bir hafta daha uzattık... Bu sezon, sunduğumuz dünyaca ünlü sanatçı ve performansların yanı sıra, prodüksiyonunu kendimizin üstlendiği etkinlikleri de, yıl boyunca izleyicilerimizle paylaşmanın heyecanını da yaşıyoruz. İkinci sezonumuzda hedefimiz, seyirci sayımızı iki katından fazlasına çıkarmak. Zor bir hedefe muhteşem bir programla ulaşacağımızdan ve sanatsever dostlarımızla yine güzel paylaşımlarımız olacağından emin olmanın gururunu yaşıyoruz.”

Çağdaş sanata ev sahipliği yapan Zorlu’nun “İlk Ev”i Chiharu Shiota’dan... 
Sanatın her dalına ev sahipliği yapan Zorlu, dünyaca ünlü sanatçı Chiharu Shiota’nın eseri “First House - İlk Ev”i sanatseverlerle buluşturmaya hazırlanıyor. 8 Ekim aşkamı gerçekleşecek açılış galasıyla izleyiciye sunulacak “İlk Ev”, 12 ay boyunca Performans Sanatları Merkezi Meydan Fuaye Yan Kanat’ta ücretsiz olarak sanatseverlerle buluşacak. 

Etkinlik Tarihleri: 
“Seni Seviyorum, Mükemmelsin, Şimdi Değiş” – 24 Ekim 2014 Gala – Her Hafta 
Mercan Dede Ensemble feat. Azam Ali & Zara – 1 Kasım 2014 
Alaturka Records – 22 Kasım 2014 
Musical Hits feat. The Stars of Notre Dame de Paris – 27 Kasım 2014 
Sezen Aksu ile Korhan Futacı ve Kara Orkestra – 29 Kasım 2014 
Fazıl Say – 20 Aralık 2014 
Söz ve Müzik Ali Kocatepe – 25 Aralık 2014
“Love Letters” – Gerard Depardieu – 8 Ocak 2015 
Karsu – 7 Mart 2015
“An Evening with Hugh Jackman” – Hugh Jackman – 17-20 Mart 2015


Pablo Neruda'dan Şairlerin ve Âşıkların Her Daim Esin Kaynağı Şiirler

$
0
0
Dünyaca ünlü şair Pablo Neruda’nın Yirmi Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı adlı yapıtı İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayımlandı. Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Neruda’yı, ilk kez okurla buluştuğu 1924 yılında Şili’nin en ünlü şairi haline getiren Yirmi Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı özgün ve incelikli imgelerle, eğretilemelerle bezeli şiirlerden oluşuyor.

Neruda’yı  “aşkın açıksözlü ve şehvetli sözcüsü” haline getiren bu şiirlerde, genç âşığın başlardaki yoğun tutkuları daha sonra yerini melankoliye bırakıyor. Kadını evrenin gerçek gücü olarak gören ve doğayla bir tutan aşk şiiri geleneğini kozmik boyutlara taşıyan Neruda, daha yirmi yaşındayken yayımlanan Yirmi Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı’da kendi yürek çırpıntılarını açıklamaya çalışırken, her çağdaki ve her toplumdaki ilk gençlik çırpıntılarını da anlatıyor. 

Buenos Aires’te daha 1960’larda Losada Yayınevi’nin milyonuncu baskısını satışa çıkardığı, günümüzde de hâlâ dünyanın birçok yerinde âşıkların ve şairlerin esin kaynağı olan eser, Neruda’nın doğumunun 110., kitabın yayımlanışının ise 90. yılında İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yeniden Türkiye’deki okurlara sunulmuş oluyor.  

Yeni Tanışanlar İçin Pablo Neruda
Asıl adı Neftali Ricardo Reyes Basoalto olan şair, 1904 yılında Şili’de dünyaya geldi. 20. yüzyılın en önemli şairlerinden biri olan Pablo Neruda, 1971’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü. Şairliğini diplomatlık mesleğiyle bir arada sürdüren Neruda’nın, 1936’da başlayan İspanya İç Savaşı sırasında Cumhuriyetçilerle dayanışmasını yansıtan Yürekteki İspanya adlı şiir kitabı, Cumhuriyetçiler tarafından cephede yayımlandı. Tarihsel ve epik çağrışımlarla dolu uzun şiiri Evrensel Şarkı, en önemli yapıtları arasında yer alır. Neruda, 1973 yılında yakın dostu Şili Devlet Başkanı Salvador Allende’nin öldürüldüğü askeri darbeden on iki gün sonra hayatını kaybetti. 

Yirmi Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı
Orjinal isim: Viente Poemes De Amory y Una Concion Deseperada
Pablo Neruda
Çeviri: Sait Maden
112 Sayfa
11 TL



Kristy : Güzel, Saf ve Masum

$
0
0
Doksanların sonunda hortlayan katilin kurbanın peşinde koştuğu kedi fare oyunu, gerilim sinemasının eskimeyen numaralarından biri olmayı sürdürüyor... Gerilimin adrenalinle birleşmesinden çıkan zevkin klişe filmi bile izlenir kılabilecek denli etkili olması da halen işleyen bir formül... Bu formüle son dönemde artan tarikat cinayetlerini de ekleyince ortaya “Kristy” çıkıyor...

2014 yapımı Amerikan işi Kristy, “Sinister” ile dikkat çeken yönetmen Scott Derrickson’ın yapımcı olarak attığı imzayla pazarlanıyor... Sıkça kullanılan “.... filminin yönetmeni sunar” ibaresi afişte yerini almış... Lakin filmden görünen bunun sadece etiket olduğu... Asıl etiket sahipleri senarist Anthony Jaswinski ve yönetmen Oliver Blackburn... 2002’de yazıp yönettiği “Killing Time” ile Sundance’de büyük jüri ödülü adayı olarak parlak bir başlangıç yapan Jaswinski, yola senarist olarak devam etmiş ve ucuz tv filmleriyle gerilime meyletmişti... 2010’da “Vanishing on 7th Street”in senaristi olarak adını duyursa sonucun fiyasko olmasıyla ortadan kaybolmuştu... Dört yıl sonra dönmesi de kimse için bir şey ifade etmiyor haliyle... Kısa filmlerle kariyerine başlayan Blackburn de uzun aradan sonra dönüş yapanlardan... İlk uzun metrajı “Donkey Punch” ile vasatı aşan bir tür kırmasına 2008’de imza atan Blackburn, o gün bugündür ortalarda görünmemişti... Uzun aranın ardından ikilinin geri dönüşleri, filmin genelini de özetliyor böylece... Risk almayıp, bilinen ve albenisi olan bir konu ve işleyişle kolay izlenir bir işe kalkmışlar... Az ve öz oyuncu ve mekanla gerilimi yakalamaya çalışmışlar...

Tipik bir kedi fare oyunu olan Kristy, daha ilk sahneden itibaren basit bir konuyu işleyeceğini ve derdinin peşine takılıp gitmeniz olduğunu göstererek sürprizlerden uzak duruyor... Çok düz bir senaryoyla ortamı yaratıp, arenasını kuruyor ve kafeslerinin kapaklarını açıyor... İzleyiciye de avcılar ile avı takip etmek kalıyor sadece... Düşünmeye de gerek yok, takılın peşine yeterli... Tek raundluk bu maçın galibini de merak etmenize gerek yok, zevk alın yeter... Bu hesap ne kadar garanti görünse de, teoriden pratiğe geçişte sorunları olduğu da ortalarından itibaren ortaya çıkıyor... O sorunları yama yapmayı da düşünmeden geçiyor Blackburn... Mantık hatalarını bile es geçiyor... Özellikle de bu tür gerilimlerin en nefes kesmesi beklenen karşılaşma anlarında kolaya kaçıyor... Oysa iyi başlıyor film... Stil denemelerine girişen Blackburn, klip estetiği ve kurgu oyunlarıyla seyircisini kolayca çekiyor filmin içine ama devamını getirmiyor... Görüntü yönetmeni Crille Forsberg’in iyi iş çıkarmasıyla, en azından atmosferi vasatı yakalayarak inandırıcılığı bir nebze arttırıyor...

Oyuncu kadrosuna gelince... Tüm yükü sırtlayan Haley Bennett, iyi iş çıkarmış... Joe Dante’nin 2009 yapımı fantastiği “The Hole” ile dikkat çeken 88 doğumlu Bennett, güzelliğiyle dikkat çekmekle kalmıyor basamakları da tırmanma adayı olduğunu gösteriyor... Ki 2015 ajandasında Terrence Malick, Gabriele Muccino ve Warren Beatty filmleri var şimdiden... Ona eşlik oyuncular yüzlerinde maske, kafalarında kapişon olunca kadronun geri kalanı için bir şey demek zor ama Ashley Greene, Lucas Till, Mathew St. Patrick ve Chris Coy kadronun diğer isimleri...

Şükran günü tatilinde geçen bir gerilim Kristy... Justine ile tanışıyoruz... Sevgilisiyle mutlu mesut, biraz çekingen olsa da dikkat çekmeyen sıradan bir kız... Şanssızlığı herkesin tatile gittiği dönemde koca kampüste yalnız kalmak... Sonrasını açık etmeden özetlersek, bir grup maskeli genç, kızımızı avlamaya çalışıyor... Gayet klişe sahneler ve işleyişle olağan oyun beklenmedik sonuca meyletmeden oynanıyor... Neden sonuç ilişkisine hiç girmese de olabilecek bir senaryo karşımızdaki... Zaten detaylandırılmayan ve ucu açık bırakılan detaylara hiç gerek yok... Açık tvlere kamerayı kaydırarak bilgi vermeden, direk avı başlatıp şimdi ölme zamanı dese daha iyi akardı film...

Türü sevenler için sıkılmadan geçirilebilecek 86 dakika fırsatı olan Kristy, mantık hatalarını görmezden gelebilmeyi becerebilen saf ve masum kurbanlarını avlamak için bekliyor...


They Came Together : Yeni Başlayanlar İçin Romantik Komedi

$
0
0
Bir dönemin az ama öz örneklerle baştacı olan parodi sineması, hem yıllar içinde kan kaybetmiş hem de ekseni tamamen korku filmlerine kaymıştı... Gişede başarılı olması ve seriye dönüşmelerine rağmen giderek etkisi azalan ve dört başı mamur bir senaryoya ihtiyaç duymadan skeçler halinde ilerleyen saçmalıklara dönüşen türe, bu sayede neredeyse el atmayan kalmadı... Ev sineması için bile b türü filmler çarçabuk çekilir oldu... Bu durumdan sıkılıp, türün yeniden dirilmesini bekleyenler için biçilmiş kaftan var artık: They Came Together...

Beslenme kaynakları ve seçimleriyle sürüden ayrılan koyun diyebileceğimiz “They Came Together”, romantik komedileri hedef seçmiş kendine ve olabildiğince tiye alıyor... Michael Showalter ve David Wain’in senaryoyu birlikte kotardığı filmin yönetmen koltuğunda da Wain oturuyor... İkisi de aktör, yönetmen, senarist ve prodüktör olan isimlerden Showalter, 2005’de yönettiği Howard Hawks stili romantik komedi “The Baxter” ile dikkat çekmişti... Sonrasını kendi şovu da dahil olmak üzere tv’de getirdikten sonra yeniden sinemaya dönüş yapıyor... Ki şu aralar “Hello, My Name Is Doris”i çekmekle meşgul... Altı sezonu deviren “Childrens Hospital”la iki emmy ödülü alan Wain ise, 2001’de ilk yönetmenlik denemesi “Wet Hot American Summer” ile sinemaya da iyi bir giriş yapmıştı... Senaryoda da ilk kez ikilinin imzası yer alıyordu... 2007’de ikinci filmi “The Ten” ile kalabalık kadrosuna rağmen kimseye yaranamayan Wain, bir yıl sonra “Role Models”le yeniden iyi iş çıkardı... Son olarak 2012’de “Wanderlust”a imza atan Wain, yine yaranamadı kimselere... Tv’deki başarılarını aynı oranda sinemaya yansıtamayan ikili, şeytanın bacağını kırmak için bu kez bir hayli kafa patlatmış... Neredeyse tüm romantik komedi filmlerini hatmetmiş olmalılar... Bunun üzerinden parodi yaratmak da zor iş haliyle... En azından senaryoda bunu başardıklarını söylemek mümkün...

Bizde bilinen adıyla “Beraber Geldiler”, Joel ve Molly’nin öyküsünü anlatıyor... Bu anlatıma da çok iyi başlıyor... Bir lokantadayız, masada da iki çift... İlk çiftimiz tanışma öykülerini anlatmaya başlamış, ortasından dalıyoruz... İlk anda birbirlerinden nefret ettiklerini ama sonrasının iyi geldiğini “Tartışma bölümünü kapandı, ateşli bölüm hala devam ediyor” sözleriyle tanımladıktan sonra çiftimiz filmi başlatan soruyu soruyor: “Joel, Molly, siz ikiniz nasıI tanıştınız?”... Cevap elbette bu hikayenin uzun olduğu... Birbirlerini de “tam tipik romantik komedi karakteri” olarak tanımlayan ikili, üçüncü karakterin New York olduğunu söyleyince, film içinde filmi başlatan cümle de geliyor: “Yani sizin hakkınızda bir film yapıIsa muhtemelen Manhattan'ın silüetinden çekilmeye başIanır.”

Birbirine rakip işlerde çalışan iki tipik karakter, New York, en yakın arkadaşın ayarlamasıyla partide tanışmalar... Joel ve Molly’nin öyküsü tüm romantik komedilerin özeti adeta... O kadar çok filme gönderme var ki, saymak da anlatmak da zor... Saymamak da daha iyi aslında, türü sevenler için farketme zevki saklı kalmış olsun... Bu kadar çok göndermeden bir senaryo inşa etmek ile izlenebilir bir film çıkarmak arasındaki inci çizgi de filmi değerlendirme kıstasımız...

Wain ve Showalter, eldeki zengin beslenme kaynağıyla parodi yaratmanın zorluklarını teoride aşmış gibi görünseler de, bir türlü pratiğe dökememişler... En başta bunun bir parodi filmi olup olmayacağına karar vermemişler gibi görünüyor... Bir türlü dengeyi tutturamamışlar... Yaptıkları iyi açılışın sonrasını aynı çeviklikle getirememişler... Daha düz bir işleyişle, klişeleşmiş diyalogları arka arkaya sıralayarak devam etmişler... Aralarda da filmin yapısını bozan ciddiyete girişmişler... Yeni sahnelerle durum komedisine soyunmak gibi seçimler, izleyicinin de kafasını karıştırıyor bolca... İyi giden film de bu seçimler yüzünden ne parodi, ne de romantik komedi olamıyor tam anlamıyla... Oyunculukların da bunda etkisi büyük... Ki, onlar da yanlış seçimler gibi görünüyor... 

Paul Rudd ve Amy Poehler iyi ikili gibi görünüyor, kimyaları da tutmuş ama bir türlü birbirlerine uyamıyorlar... Romantik komedi söz konusu olunca güzel kadın gerekiyor, en azından sempatik olması gerekiyor ama Poehler ikisi de değil aksine çirkin ve itici bir kadın... İkiliye eşlik eden kadroysa gayet iyi... Cobie Smulders, Christopher Meloni, Max Greenfield, Bill Hader, Ellie Kemper, Jason Mantzoukas, Ed Helms ve Michael Ian Black’ın yanı sıra sürpriz isimlerin kısa konuklukları da mevcut... Örneğin Norah Jones kendisini oynuyor ve performansıyla katılıyor... Komik sahneleri de iyi yan karakterlerle bu kadro yaratıyor...

İyi düşünülmüş ama fikirde kalarak kaçırılmış bir fırsat olan “They Came Together”, buna rağmen izleyicisini sıkmadan geçen 83 dakikayla türün fanatikleri için leziz anlar içeriyor... Geri kalanlar içinse zaman kaybıyla eş değer...


Vizyona Giren Filmler : 26 Eylül

$
0
0
Sekiz filmin vizyona girdiği hafta her türden filmle bolca seçenek sunuyor... Yerli cin gerilimi “Siccîn”, animasyon “Kutu Cüceleri: Yaratıklar Aramızda” ve Denzel Washington’lu “Adalet” haftanın öne çıkanları... Eleştirmenlerin gözdesi olan “Temmuz Soğuğu”, yılın en iyilerinden “Ben O Değilim”, aşksız yapamayanlar için “Aşk Tarifi” ve “Aşk Dersi” de diğer seçenekler... “Biz Babasız Büyüdük” ise Bomonti’de perdelerini açacak olan Setem Akademi Sineması’nın ilk filmi olarak gösterimde...


Siccîn
Yönetmen: Alper Mestçi
Oyuncular: Pınar Çağlar Gençtürk, Koray Şahinbaş, Ebru Kaymakçı, Merve Ateş
Konu: Gerçek bir hikâyeden beyazperdeye uyarlanan film, Öznur isimli genç bir kadının zorlu bir aşk hikâyesini anlatıyor. Çocukluğundan beri kuzenine, yani teyzesinin oğlu olan Kudret’e aşık olan Öznur, bir şekilde Kudret’i beraber olmaya ikna eder. Evli olan Kudret, bu ilişkiyi içine bitirmek ister. Öznur ise ne olursa olsun Kudret’i kendisine bağlamak için eşi Nisa’ya büyü yaptırır. Bu büyü sonucu kadına cinler musallat olacaktır.
Yerli gerilimlerin cinlerden beslenmesi sürüyor... İlk defa üzerine kafa yorulmuş, amatörlükten uzak bir halde ciddi ciddi işlenmiş neredeyse... Eksikleri yok değil ama geç olsun güç olmasın, yaklaşık on yıl sonra iyi yerli cin gerilimi gelebilmiş... 


Kutu Cüceleri: Yaratıklar Aramızda / The Boxtrolls
Yönetmenler: Anthony Stacchi ile Graham Annable
Konu: Film, Peynirkent’te geçen komik bir hikâyeyi anlatıyor. Peynirkent’in sokaklarının altında geceleri kanalizasyondan çıkarak çocukları ve kokuşmuş peynirleri çalan canavarlar, Kutu Cüceleri yaşar. Kasaba sakinlerinin inandığı efsane budur. Gerçekte ise Kutu Cüceleri, sırtlarında karton kutuları taşıyan ve sevimli tiplerden oluşan bir yeraltı toplumudur.


Adalet / The Equalizer
Yönetmen: Antoine Fuqua
Oyuncular: Denzel Washington, Morton Csokas, Chloe Grace Moretz, David Harbour
Konu: McCall, Rus gangsterlerinin kontrolündeki Teri adında genç bir kızla karşılaştığında ona yardım etmesi gerektiğini düşünür. Emekliye ayırmış olan McCall’un içindeki adalet arzusu tekrar uyanır. Sahip olduğu gizli kabiliyetleri sayesinde güçsüzlere, onlara karşı gaddarca davrananlardan öç almak için yardım eder. Kimin sorunları varsa ve başka gidecek yeri yoksa, McCall yardım edecektir. O Adalet’tir.
Bence pili bitmiş Denzel’ın aksiyon macera içine sokulup adaleti sağlama aracı olarak kullanılması daha kafadan eksi... Yapım ekibi öyle düşünmemiş, nasıl olsa satarız diye düşünerek atıl kurt demiş yıldızına... Senaryoya ihtiyacın yok, adaleti sağla yeter deyip, gerisini koyvermişler... Siz de koyverin, unutun gitsin... 


Temmuz Soğuğu / Cold in July
Yönetmen: Jim Mickle
Oyuncular: Michael C. Hall, Sam Shepard, Vinessa Shaw, Don Johnson
Konu: Doğu Texas’ta küçük bir kasabanın sakinlerinden Richard Dane’in nefsi müdafaa için bir cinayet işlemek zorunda kalışının hikâyesi. Olaydan sonra Dane, eski bir suçlu ve Dane’in vurduğu adamın babası olan Ben Russel’la tanışır. Ancak küçük kasabadaki yozlaşma ve paranoya bu iki can düşmanın arasında beklenmedik bir işbirliğine sebep olur. Bu garip ekip, hayal bile edemeyecekleri kadar büyük ve tehlikeli bir sırrı açığa çıkarırlar.


Ben O Değilim
Yönetmen: Tayfun Pirselimoğlu
Oyuncular: Ercan Kesal, Maryam Zaree
Konu: Kimlik değiştirmeye çalışan bir adamın hikâyesi. Nihat, bir hastanenin yemekhanesinde çalışan orta yaşlarda birisidir. Aynı yerde işe yeni başlayan Ayşe’nin aşikâr ilgisi karşısında bocalar ve sonunda O’nun daveti üzerine evine gider. Orada tuhaf bir sürprizle karşılaşacak ve hayatı tamamen değişecektir.
İstanbul Film Festivali’nden üç ödüllü film, hem yılın en iyi yerlilerinden biri hem de Pirselimoğlu’nun en iyi filmi olarak vizyonda... Maalesef yalnızca 7 kopya... İzleyin, izletin... 


Aşka Dair / A Case of You
Yönetmen: Kat Coiro
Oyuncular: Justin Long, Keir O’Donnell, Evan Rachel Wood, Peter Dinklage, Sam Rockwell,
Konu: Genç yazar, güzel ve sıra dışı bir barista olan genç kadının facebook profilini inceledikten sonra kendisini kadının hayallerini süsleyen erkeğe dönüştürerek elde etmeye çalışır. Genç kadın yeni kişiliğine aşık olduğunda iki seçeneği vardır, ya rol yapmaya devam edecek ya da onu kaybetme riskini göze alacaktır.
Günümüz ilişkilerinin sosyal medya hesapları olmadan ilerlemesi mümkün mü?... Bir aşkın ordan destek alması artık olağan... Bunu farkeden ve ettiren bir film Aşka Dair... Çok iddialı değil, kendi halinde ama sevimli bir örnek... Romantik komedi sevenler için iyi vakit geçirtecek vasatı aşma garantili bir seyirlik...


Aşk Tarifi / The Hundred Foot Journey
Yönetmen: Lasse Hallström
Oyuncular: Helen Mirren, Om Puri, Manish Dayal, Charlotte Le Bon
Konu: Hindistan’dan uzaklaştırılmış olan Kadam ailesi, Fransa’nın güneyindeki Saint-Antonin-Noble-Val isimli köye yerleşir. Bu büyüleyici köy hem güzel hem de zariftir. Yerleşmek ve Maison Mumbai isimli Hint restoranını açmak için ideal bir yer olduğunu düşünürler. Ta ki Madam Mallory’nin işlettiği Michelin yıldızlı klasik Fransız restoranı Le Saule Pleureur’un sahibi bundan rahatsız olana kadar.
Antidepresan tadında film, egzotik hindistan mutfağını, kültür farkılıklarını ve rekabeti kullanarak yarattığı havayla moral düzeltiyor... Geri kalanlar kimin umurunda... 


Biz Babasız Büyüdük
Yönetmen: Ahmet Çadırcı
Oyuncular: Uğur Can Tekin, Buse Merve Eroğlu, Mustafa Eker, Umut Kurt
Konu: Babası askerde olan Alim, utangaç ve duygusal bir çocuktur. Bir gün babası kasabaya tayin edilen Selma’nın sınıfa gelmesiyle Alim’in hayatı değişecektir. Alim ve Selma’nın arkadaşlıklarının ilerlemesi üzerine çocuklar “Alim, Selma’yı seviyor” diye dedikodu çıkartırlar. Bunun üzerine Alim, Selma’yı kendinden uzaklaştırır. Alim yıllar sonra bir tatil yerinde çocukluk aşkına rastlar ama o yıllar artık geride kalmıştır.


Hakan Akdoğan’dan Yeni Roman: Varlık ve Piçlik

$
0
0
İlk romanı “Nü Peride” ile edebiyat dünyasına hızlı bir giriş yapan ve 1998 yılı Yunus Nadi roman ödülünü alarak taçlandıran Hakan Akdoğan’ın merakla beklenen yeni romanı “Yokluk ve Hiçlik”, Aylak Adam Yayınları etiketiyle çıktı... 

Hakan Akdoğan'dan günümüz tüketim toplumunun konformizmine ve insanlık durumundan kaynaklı “bulantı”ya tokat gibi bir yanıt!

Kendi varoluşundan dehşete düşmüş bir radyo programı sunucusu. 

Kayıtsız bir yabancılaşmadan mustarip ve ruhsal tükenmişliğin batağında debelenen bir 21. yüzyıl anti-kahramanı.

Alegorik bir hikâyenin gücüyle gerilim türünün heyecan verici öğelerini bünyesinde toplayan Varlık ve Piçlik, Hakan Akdoğan’ın beşinci romanı.

Günümüz tüketim toplumunun konformizmine ve insanlık durumundan kaynaklı “bulantı”ya tokat gibi bir yanıt.

“En dibe indik, yerin altına, hayal kırıklıklarımıza, nefretimize, kendimizden bile sakladıklarımıza. Bu gece yerin altındaki zirvemize tırmandık. Bu gece en büyük sırrımızı anlattık. Bu gece en ağır yüklerimizden kurtulduk. Daha önce bir programda daha itiraflarımızı konuşmuştuk. Aslında her program gecesi yaptık bunu. 'İlk'lerden bahsettik. 'Son'lardan bahsettik. Kitaplardan, filmlerden, korkulardan, heyecanlardan, hastalıktan, şöhretten, kıskançlıktan, seksten, alışverişten, tatilden, daha yüzlercesinden.”

Bu arada belirtmeden geçmeyeyim, Can Yayınları’ndan sonra Doğan Kitap’a geçiş yapan Akdoğan romanları bu yıl içinde Aylak Adam etiketiyle raflarda yerini almaya başlamıştı... “Nü Peride” ve “Strauma” ile başlayan seri yeni romanla devam ediyor... Nihayet romanlar, daha iyi bir yayınevinde...

Yayınevi: Aylak Adam
Yazar: Hakan Akdoğan
Ebat: 12,5 x 19,5
Kâğıt: 2. Hamur
Sayfa: 169 sayfa
ISBN: 978-605-4849-73-4
Fiyatı: 15 TL

Savaged : Melek, Apaçi ve İntikam

$
0
0
Senaryo üretmekte zorlanan gerilim sinemasının önemli klasikleri yeni kuşağa sevdirmek için giriştiği yeniden çevrimlerin ardı arkası kesilmiyor ve tutanlar da seriye dönüşüyor artık... Tekrar gündeme gelen bu filmlerin formülünü kullanan gişe harici filmler de üretilmeye devam ediyor... Hep ikilemde kalınan ama sevilen kişisel intikam filmlerini yeniden hortlatan “I Spit on Your Grave” seriye dönüşedursun, bu formül üzerinden öyküsünü anlatırken stil denemeleri yaratan bir film “Savaged”...

Görüntü yönetmeni olarak başladığı kariyerinde almadık görev bırakmayan Michael S. Ojeda, ikinci uzun metrajına neredeyse tek başına imza atmış... Senaryoyu da yazan Ojeda, görüntü yönetmeni, editör, dijital efekt ve sesleri de üstlenmiş... Tam anlamıyla filme hakim olan yönetmen, ilk uzun metrajına 2002’de “Lana's Rain”le imza atarak iyi bir giriş yapsa da devamını tv işlerinde getirmiş... 11 yıl sonra giriştiği filmi de mümkün olduğunca az parayla amatör kıvamındaki oyuncular ve kısıtlı imkanla kotarmış... Oyuncu kadrosunu da sıralayalım yeri gelmişken... Amanda Adrienne, Tom Ardavany, Ronnie Gene Blevins, Brionne Davis, John Charles Meyer ve dizilerle tanıdığımız sima Rodney Rowland kadronun başı çekenleri...

Duyma engelli Zoe ile tanışıyoruz... Nişanlısının yanına gitmek üzere arabayla yola koyuluyor... Yolda kızılderili avına çıkmış bir gruptan kaçana yardım etmek için durunca, kaçınılmaz olarak cinayet tanığı oluyor... Kaçma girişimi sonrasında da grubun eline düşüyor... Posasını çıkaracak kadar faydalandıktan sonra ölmek üzereyken gömülüyor çölün ortasına... Bir kızılderilinin onu bulmasıyla, kurtulunca intikama koyuluyor...

“I Spit on Your Grave” formülüyle işleyen filme, kurtulma anlarından itibaren “The Crow”u da eklemiş Ojeda... İki filmin kırması bir fantastik gerilim kurmuş ve gayet iyi de işliyor... Hiçbir şeyden de kısmıyor... Kansa kan, şiddetse şiddet, çürümüşlükse çürümüşlük... Ne lazımsa öykünün hizmetinde... Sadece bununla da kalmıyor, renk paletini de çok iyi seçmiş Ojeda... Sarı ve yeşil tonlarla, efektleri de inandırıcı kılarak iyi kotarmış... İki filmin birleşiminden vasat bir klişe çıkmasını beklerken, stil denemeleriyle özgün bir iş çıkarmış ortaya... Konu yine klişe ve her şey beklediğimiz gibi gidiyor elbette ama senaryoyu da derinleştirmeyi ihmal etmemiş... Tarihi karakterleri anarak hem intikamı çiftelemiş hem de daha inandırıcı kılmış filmini... Daha iyi imkanlarla çekilse ruhunu kaybedecek bir iş olarak tanımlarsak daha iyi anlaşılır sanırım...

Prömiyerini geçtiğimiz yıl Güney Kore’de Busan Film Festivalinde yapan “Savaged”, devamını da fantastik film festivallerinin gediklisi olarak getirmiş... Nocturna’dan aldığı seyirci ödülüyle de taçlanmış... Ev sineması pazarına sunulduğundan beri de aynı ilgiyle izleyenlerin suçlu zevki olarak kabul görüyor...

Bildik bir işleyişi, doğru eklemeler ve seçimlerle donatarak iyi kotarılmış fantastik gerilim “Savaged”, özellikle türün izleyicisine keyifli bir seyir yaşatmak için bekliyor... Kayıtsız kalmayın...


Viewing all 3908 articles
Browse latest View live