Quantcast
Channel: Kayıp Paylaşımlar Koleksiyoncusu
Viewing all 3914 articles
Browse latest View live

Modern Fotoğrafın Ustaları Eylül’de ArtInternational’da

$
0
0
“Fotoğraf sanatının Kafkası” Diane Arbus’un işleri Robert Miller Gallery ile birlikte ArtInternational’a geliyor. Galerinin fuarda sergilenecek sanatçıları arasında iki büyük fotoğraf ustası daha bulunuyor: Herbert List ve Patti Smith.

Bu yıl 26-28 Eylül tarihlerinde gerçekleşecek uluslararası sanat fuarı ArtInternational, New York’un en ünlü galerilerinden Robert Miller’ı İstanbul’da ağırlıyor. Galerinin İstanbul’a getireceği koleksiyonunda modern fotoğraf sanatının usta isimleri Diane Arbus, Herbert List ve Patti Smith’in de işleri bulunuyor.

“Ucube”lerin fotoğrafçısı
20.yy’ın en çok tanınan kadın fotoğrafçısı Diane Arbus, “Fotoğraf sanatının Kafkası” olarak biliniyor. Kariyerine eşi Allan ile birlikte Vogue, Harper’s Bazaar gibi dergilere çektiği fotoğraflarla başlayan Arbus, ayrılmalarının ardından onu meşhur eden portre fotoğraflarına yöneldi ve iki kere Guggenheim Ödülü’nü kazandı. Sirkler, çıplaklar kampı, parklar, akıl hastaneleri, üçüncü sınıf otel odalarını mesken tutan Arbus’un modelleri de engelliler, transeksüeller, cüceler, devler, kısacası toplumun “ucube” saydığı insanlar oldu. Sanatçının 1971’deki intiharından sonra Modern Sanatlar Müzesi’nde açılan retrospektif sergisi, müzenin o güne dek en çok ziyaret edilen sergisi oldu ve uzun yıllar pek çok ülkeyi dolaştı. Arbus’un hayatı, 2006’da “Fur: An Imaginary Portrait of Diane Arbus” adlı filmle beyazperdeye de aktarılmış, Arbus’u da Nicole Kidman canlandırmıştı.

“Punk rock'ın vaftiz annesi”nin işleri de İstanbul’da
ArtInternational kapsamında Robert Miller Gallery standında işleriyle yer alacak diğer iki isim ise; siyah-beyaz ve erkek nü fotoğraflarıyla tanınan, özellikle modern Yunan ve İtalyan fotoğraf sanatını derinden etkilemiş, Paul Bowles’dan Marlene Dietrich’e pek çok ünlü ismin fotoğrafını çekmiş Magnum fotoğrafçısı Herbert List ile “punk rock'ın vaftiz annesi” olarak bilinen, fotoğraf sanatçısı arkadaşı Robert Mapplethorpe’la olan birlikteliklerinde başladığı fotoğraf tutkusunu sanata dönüştüren, “Çoluk Çocuk” adlı kitabıyla National Book Ödülü’nü kazanan Patti Smith.


ArtInternational sanat fuarı 26-28 Eylül tarihlerinde Haliç Kongre Merkezi’nde düzenlenecek.

Fuarla ilgili detaylı bilgi için: www.artinternational14.net




Yılın Yayıncılık Olaylarından Birine Dönüşen “Bir Ikea Dolabında Mahsur Kalan Hint Fakiri’nin Olağanüstü Yolculuğu” Raflarda...

$
0
0
Bir dolandırıcı olan Racastan’lı Hint Fakiri Ajatashatru Lavash Patel, çivili bir yatak satın almak için, cebinde sahte bir yüz euro ile Paris’teki Ikea mağazasına gelir. Basit bir gidiş-dönüş yolculuğundan ibaret olacağını düşündüğü seyahati, Avrupa’nın dört bir yanına, hatta Kaddafi sonrası Libya’ya uzanan bir maceraya dönüşür. Çeşitli ulaşım araçlarıyla kat etmek zorunda kaldığı uzun yollar ve yollarda karşılaştığı “güzel ülkelere” ulaşmaya çalışan göçmenler, bu üçkâğıtçı ama bir yanıyla da saf Fakir’i kökten değiştirecek, hatta hayatına bambaşka bir yön verecektir. 

Otuz altı ülkede yayımlanan, otuz üç dile çevrilen ve genç yazara çeşitli edebiyat ödülleri kazandıran Bir Ikea Dolabında Mahsur Kalan Hint Fakiri’nin Olağanüstü Yolculuğu, içerdiği Monty Python tarzı mizah kadar, göçmenlik konusuna hassas ve vicdani yaklaşımıyla da çok beğeni topladı. Çok ses getiren ve yılın en çok okunan kitaplarından biri olan roman, 2014 yılının önemli yayıncılık olaylarından biri oldu.

ROMAIN PUERTOLAS, Fransız ve İspanyol asıllı yazar 1975’te Montpellier’de doğdu. İspanyol dili ve edebiyatı, Fransız dili ve edebiyatı ve İngiliz dili edebiyatı alanlarında öğrenim gördü. İspanyolca, Katalanca, İngilizce ve Ruşça bilen yazar, DJ’lik, yabancı dil öğretmenliği, çevirmenlik ve hosteslik gibi birçok iş yaptı. Otuz altı ülkede yayımlanan, otuz üç dile çevrilen bu ilk romanıyla büyük bir başarı kazanan genç yazar, artık sadece yazıyor.

BİR IKEA DOLABINDA MAHSUR KALAN HİNT FAKİRİ’NİN OLAĞANÜSTÜ YOLCULUĞU
Yazar: Romain Puértolas
Çeviri:Ebru Erbaş  
Tür: Roman 
Sayfa sayısı: 240 Sayfa
Fiyatı: 18 TL
Yayın tarihi: 12 Ağustos 2014


Akbank Sanat’tan, Pera Müzesi’ne, Her Yerde Polonya Sanatı!

$
0
0
"Polonya-Türkiye diplomatik ilişkilerinin 600. yılı" nedeniyle 2014 yılı boyunca düzenlenen kültür programı kapsamındaki etkinlikler, Eylül ayında SALT Ulus’ta açılacak “Köklere Dönüş” sergisi ile yeniden hız kazanıyor. Yıl sonuna kadar sürecek kutlama etkinlikleri arasında Pera Müzesi Çarşamba konserleri, Akbank Caz Festivali konserleri, Shock Terapy sergisi, Normalliğin Oksimoronu sergisi, müzik projeleri, 2. İstanbul Tasarım Bienali kapsamındaki tasarım sunumları gibi pek çok önemli proje bulunuyor. Etkinlikler, Polonya kültürünü dünyaya tanıtmak amacıyla kurulan Adam Mickiewicz Enstitüsü'ne bağlı dijital bir platform olan Culture.pl koordinasyonu ile düzenleniyor. 

“Polonya-Türkiye diplomatik ilişkilerinin 600 yılı” etkinlikleri kapsamında 2014’ün ikinci yarısında 50’yi aşkın etkinlik,  İstanbul, Ankara, Eskişehir, Mardin, Konya gibi farklı kentlerde de her yaştan sanatseverle buluşacak. Etkinlikler, “görsel sanatlar”, “güncel müzik”, “klasik müzik”, “tiyatro”, “tasarım” ve “sinema” başlıkları altında toplanıyor.  

Polonya’dan sergiler ajandaları dolduracak
Görsel Sanatlar kategorisinde, SALT Ulus, Ankara’da 11 Eylül – 2 Kasım 2014 tarihleri arasında “Köklere Dönüş” sergisi gerçekleşecek. Sergide, sanatsal pratiklerinde kırsalı inceleyen Fatma Bucak, Honorata Martin, Michał Łagowski, Krzysztof Maniak, RUTA, Daniel Rycharski ile Slavs and Tatars’ın işleri yer alacak. 15 Ekim-29 Kasım tarihleri arasında Milli Reasürans Galeri’de ise “Shock Therapy: 1989 sonrası Polonya’dan dönüşümün fotoğrafları” sergisi açılacak. Sergi, Polonyalı küratör Adam Mazur tarafından seçilen Polonyalı on sıra dışı fotoğrafçının işlerinden oluşacak. Çalışmalar, Polonya’nın son 25 yıllık mekânsal tarihini fotoğraflarla sunarken, ülkenin 1989’dan beri yaşadığı değişimi de gözler önüne serecek. 

“Migrating University of Adam Mickiewicz” adını taşıyacak olan sergi ise Ekim ve Kasım aylarında Tarlabaşı’nda İstanbullularla buluşacak. Serginin paralelinde semtin tarihi ve mekânsal değişimini konu alan pek çok konuşma ve atölye düzenlenecek. Bu proje, 1800’lü yıllarda Tarlabaşı bölgesinde yaşayan Polonyalı şair Adam Mickiewicz’i, başarıları ve çalışmaları ile tekrar hatırlatmayı ve meraklılara ünlü şairin yaratıcı çalışmalarını anlatmayı amaçlıyor.

"Polonya-Türkiye diplomatik ilişkilerinin 600. yılı" etkinlikleri kapsamında açılacak bir diğer sergi de “Normalliğin Oksimoronu” sergisi. DEPO’da 17 Ekim ve 30 Kasım tarihleri arasında gezilebilecek olan sergi, Bulgar gazeteci Alexandra Kiosseva’nın Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri ve Balkanlar’da kimlik oluşumu sürecini tasvir ettiği “Notes on Self-Colonising Cultures / Öz-Sömürgeci Kültürler Üzerine Notlar” çalışmasından esinlenerek düzenleniyor. Yazar bu ülkeleri öz-sömürgeci kültürler olarak isimlendiriyor ve bu ülkelerin otonomi problemine dikkat çekmeye çalışıyor. Türkiye-Polonya ortak çalışması olan sergiye katılan sanatçılar arasında Can Altay, Fatma Bucak, Hera Büyüktaşcıyan, Hubert Czerepok, Oskar Dawicki, Anna Konik, Zbigniew Libera, Franciszek Orlowski, Jadwiga Sawicka, Konrad Smoleński, Ali Taptik, Marek Wasilewski ve Piotr Wysocki yer alıyor. 

Sultan Abdülaziz döneminin mahkeme ressamı Stanisław Chlebowski, “Polonya Resimlerinde Oryantalizm, Çizim ve Grafik Sanatları” sergisinde  
23 Ekim ve tarihinde ise Pera Müzesi’nde 23 Ekim’de açılacak olan “Polonya resimlerinde Oryantalizm, Çizim ve Grafik Sanatları” sergisi, “Polonya-Türkiye diplomatik ilişkilerinin 600.yıl” kutlama etkinliklerinin kapanışına kadar devam edecek. Ocak 2015 tarihine kadar açık kalacak sergi, Polonya resim sanatında 17. yüzyıldan, 19. yüzyılın başlarına kadar devam eden oryantalizm etkisini yansıtan 152 esere yer veriyor. Dönemin sanatçılarının sunulduğu sergideki eserler arasında Jan Christian Kamsetzer’in Türkiye seyahatinden çizimler de bulunuyor. Sergide, 1864-1876 yılları arasında Sultan Abdülaziz için İstanbul’da mahkeme ressamlığı yapan Stanisław Chlebowski’nin çalışmalarına özel bir yer ayrılıyor. 

Müzikseverler, Polonya güncel müzik sahnesinin parlayan isimlerini keşfedecek 
Pera Müzesi Genç Çarşamba konserleri Eylül ayından itibaren, programını Polonya’nın genç ve parlak seslerine yer verecek. 17 Eylül’de Polonyalı çağdaş punk grubu “Drekoty” ile başlayacak olan konser dizisi, 24 Eylül Polonyalı deneysel akustik caz ikilisi “Mikrokolektyw” ile devam edecek. Yeni sesleri küçük çalgıları ile keşfeden “Male Instrumenty” (Küçük Enstrümanlar) adlı grubun 14 Kasım’da deneysel müziklerini müzikseverlere sunacağı konserin ardından, pop ve çağdaş oda müziğini harmanlayan “SzaZa” grubunun 28 Kasım’da izleyicilerle buluşacak. Pera Müzesi’ndeki konserler 19 Aralık’ta Varşovalı ikili “Paula & Karol”un gitar, akordeon, keman tınıları ve neşeli vokalleri ile son bulacak.  

Polonyalı müzisyenler bu sene 24. Akbank Caz Festivali’ne konuk oluyor. Ünlü caz piyanisti Marcin Masecki, solo performansıyla 26 Ekim’de, ünlü saksafoncu Maciej Obara’nın grubu  “Maciej Obara International Quartet” 30 Ekim’de, Polonya emprovize müzik sahnesinin farklı gruplarından Hera  ise 31 Ekim saat 20:00’da Akbank Sanat’ta sahne alacak. Polonyalı grup “Cukunft”, 3-14 Kasım tarihleri arasında Festival kapsamında düzenlenen Kampüste Caz etkinlikleriyle Türkiye çapında toplam 9 kampüste konser verecek. 

Polonya müziği rüzgarı,  Ekim ayında çağdaş Polonya müziğini dünyaya tanıtmayı amaçlayan “Panik Olmayın, Biz Polonyalıyız” projesi ile hız kazanacak. Proje kapsamında konser verecek Polonyalı grup ve sanatçılar ise Türkiyeli müzikseverlerin verdikleri oylar ile belirlenecek. 

Polonya tasarımları İstanbul’da 
1 Kasım ve 15 Aralık tarihleri arasında gerçekleşecek 2. İstanbul Tasarım Bienali kapsamında, bu sene Polonyalı tasarımcılar özel projeler ile yer alacak. Concordia Design, Zamek Cieszyn ve Cmielow Design Studio’nun küratörlüğünde gerçekleşecek sergide, Polonya mutfak kültürünün bir haritası bienal izleyicilerine sunulacak. Bunun yanı sıra, Polonya mutfak kültürünü tanıtmayı amaçlayan bir başka proje, Food Design (Yemek tasarımı) ile Türk ve Polonyalı aşçılarının beraber hazırladığı yemek kitabının lansmanı gerçekleşecek. Bienalde ayrıca, Polonyalı ve Türk zanaatkarlarının Polonya porselenleri üzerinde yaptıkları ortak çalışmaları sonucu ortaya çıkan eserler de sergilenecek. 

Polonya ve Türkiye diplomatik ilişkilerinin 600. Yıldönümü” nedeniyle tüm sene boyunca gerçekleşecek etkinlikler hakkında detaylı bilgi edinmek, Polonya kültürü ile ilgili makalelere ulaşmak için http://turkiye.culture.pl/tr  sitesini ziyaret edebilirsiniz.



Harvey Mapcase’den Kuşlara Adanmış Özel Bir Albüm: Dot Kill Dot

$
0
0
Yirmi yılı aşan kariyer hayatı boyunca farklı insanlarla birçok albüm yapan İngiliz şarkıcı / söz yazarı ve kuş fanatiği Neil Carlill için (uzun zamandır Salem, Massachusets’de yaşıyor), bu albüm uzun vadeli hayalini yerine getirirken güzel bir amaca da hizmet ediyor. “Dot Kill Dot”, Neil Carlill’in 2011 yılında davulcu Doug Allen ile kurduğu, 2012’de de “Thee Hydrogen Terrors” eski gitaristi Matt White’ın üç parçanın bas kayıtlarını tamamlayarak katıldığı Harvey Mapcase grubunun ilk albümü. 10 yıllık ortak proje/albüm sürecinden sonra Carlill’in tekrar kendi şarkılarını yazdığı, üyeleri sabit bir gruba döndüğünün de işareti. Bu aynı zamanda tamamen bağımsız olarak King Harvey Records etiketiyle çıkarttığı kayıtların ilki olma özelliği taşıyor. Böylesi bir bağımsızlık, Carlill’e projeye anlamlı bir şekilde kuşlara olan tutkusunu nasıl katabileceğinin; albümün bir yandan kuşlar için fayda sağlarken bir yandan da müzikal anlamda tatmin edici bir hale getirilebileceğinin yolunu açıyor. 

Lisanslı bir yaban hayatı rehabilitasyon uzmanı olan Lisa Swenson; Gloucester, Massachusets’te hasta, yaralı yabani kuşlar ve küçük hayvanlar için bakım, kurtarma, rehabilitasyon ve doğal hayatına geri döndürme çalışmaları yapan Cape Ann Wildlife(CAW) adlı tesisin kurucusu ve işletmecisidir. Neil yolda bulduğu yaralı bir serçeyi ilk kez 2009 yılında CAW’a götürdünde  Swenson’ın hayvanlara bağlılığından derinden etkilenir. Sonra, yıllar boyunca, çöp bidonları içerisinde kalmış bir Baştankara kuşu, tavan arasında bulunmuş yavru Sığırcık gibi sayısız örnekte Swenson, şefkati ve uzmanlığının ne kadar değerli ve paha biçilemez olduğunu kanıtlar. Neil bu konuda “Jodi’ye yaptıklarından dolayı çok büyük bir hayranlık duyuyorum” der. Albümün şekillenme aşamasında, Neil, arkadaşı ve giderek bir kuş uzmanı haline gelen Jodi Swenson’un durumundan dolayı kendisini kötü hisseder. Finansal zorluklar, kar amacı gütmeyen bu kuruluşu kapanma tehdidiyle karşı karşıya bıraktığında, Neil, Jodi’ye yardım etmek için elinden gelen ne olursa yapmak ister.

Albüm Neil’in şimdiye kadar yazdığı en “kuşsu” albüm özelliği taşıyor; "Bali Starlings-Bali Sığırcıkları","Screech Owls-Cüce Baykuşlar" ve "Ravens Pick Locks-Kuzgunlar Kilitleri Açabiliyor" (söylentilere göre, yapabiliyorlar) gibi şarkı isimleriyle, Cape Ann Wildlife’a bariz bir biçimde bağlı görünüyor. Albümde başka konular da işleniyor: Yaşlanma, zamanın hasarlarının birikimi, duyarsızlaşmaya ve hissizleşmeye karşı yarış. Neil şarkı sözlerinde kuşları gençliğin, canlılığın, özgürlüğün melankolik simgeleri olarak görmenizi umuyor. . . Ama sözler çoğunlukla sadece kuşları simgelerler; çünkü temel, kuşlardır. 

“Dot Kill Dot”, Neil tarafından yazılmış, sadece vokal ve akustik gitarla ses kayıt cihazı üzerine kaydedilen 11 şarkılık bir koleksiyon olarak hayat buldu. 2012 yılında Neil ve Doug zamanlarının çoğunu bu şarkıları prova etmekle, düzenlemekle, yeniden düzenlemekle ve kaydetmekle geçirdi. Matt bazı yeni bass ve vokaller eklemek için tam zamanında bu sürecin sonuna doğru katıldı. Müzikal anlamda albüm; Elliott Smith, geç dönem Beatles, Big Star’ın geleneğinde son derece renkli melodilere sahip, aynı zamanda Captain Beefheart’ın Trout Mask Replica’sı ile T-Rex’in Electric Warrior’unun The Fall dinleyerek büyüyen kıvrak ve yaratıcı takipçisi sayılabilir. Carlill’in bugüne kadarki en girift gitar melodileri ve Allen'ın çok yönlü, zeki davul ritimleri albümün müzikal çekirdeğini oluşturuyor.  Neil ve Doug’un saf temellerine kadar soyulmuş düzenlemeleri Mark’ın ince, yumuşak vokal harmonileriyle işlendi. Kaydın prodüksiyonu, Berlin kökenli yapımcı Jayrope tarafından yapıldı ve üçlünün kaleydoskopik temposu ve sürekli dönüşen ritimleri için alan bırakmak için özellikle çiğ ve mütevazı tutuldu. Flamenko-renkli "Hysteria" ve dikkat çekici “It’s a Ritual” benzeri parçalar; Carlill şarkılarının yapılarına örnek olan süreksizlik içerisinde salınımlar ve zarif dönüşler içeriyor, grubun alternatif pop/art-rock’ın zekice yorumunu vurguluyor. 

Carlill ilk olarak 1990’larda liderliğini yaptığı İngiliz grup Delicatessen(Big Life/Starfish Records) ile dikkat çekti; ezoterik, ateşli, yeraltını çağrıştırır tınısı, o dönem Britpop çağında anomali gibi ilgi çekici bulundu ve saygı gördü; Melody Maker Leicester’lı dörtlüyü "Pop müziğin kurtuluşu" diyerek övdü. Bu yılın(2014) başlarında, thequietus.com’da yazan Taylor Parkes,  Delicatessen’in 1994 tarihli şarkısı "C.F. Kane”i  İngiliz popunun 90’lardaki uzun karanlık gecede yanan kaliteli bir fener olarak adlandırdı. Daha sonra, Carlill Amerika'ya taşınmadan önce Londra bazlı pop “süpergrubu” Lodger(Island Records) ile Top-40’lara girdi. 2010 yılında gitarist Warren Cuccurullo ile Chicanery’yi kurdu ve grubun adını taşıyan bir albüm yaptı. Diğer projeleri ise avant-garde, Trans-Atlantik tekno çıkışlı  Vedette (Stilll Records) ve atmosferik, post-punk gariplik olarak adlandırılabilecek Me Me the Moth (Titicacaman Records)‘tur.

2011 yılında, Carlill, Bette Davis filmlerine müzikal bir saygı duruşu babında, en sevdiği müzisyen arkadaşı, inanılmaz yetenekli King Toad(Iowa City ‘den, nam-ı diğer Jamal River) ile birlikte Three on a Match projesine başladı. Ortak çalışmalar için planları River Temmuz 2013'te, 35 yaşında MS hastalığının verdiği acılara dayanamayarak intihar ettiğinde trajik bir şekilde son buldu.  King Toad’ın çalışmalarının Carlill kendi üzerinde yarattığı etkiyi abartmak mümkün değildi; bu yüzden “Dot Kill Dot” River'ın anısına ithaf edilmiştir. 

Albüm iTunes ve Bandcamp üzerinden dijital formatta satışa sunulacak olsa da Neil, müzikseverlerin sadece bu proje için Portland, Oregon’lu sanatçılar Junko Suzuki ve Shawn Martin tarafından tasarlanan kapağı resim ve çekilen çarpıcı kuş fotoğrafları ile güzelce paketlenmiş CD’ler için istekli olacaklarını umuyor. Junko Suzuki ön kapaktaki Bali sığırcıklarını ve arka kapaktaki kuzgunu resmetti. Eserlerinin iki tanesi daha kitapçıkta kullanıldı. Shawn Martin; Eugene, Oregon’da Cascades Raptor Center’daki bir cüce baykuş olan Ravi’nin ve Portland Audubon Center’daki bir kuzgun olan Aristophanes’in bir dizi portrelerini çekti. İngiliz sanatçı ve heykeltıraş Austin J. Orwin de kitapçıkta kullanılan iki fotoğrafı ile kendi özgün tarzıyla katkıda bulunmuştur.

Albüm adı olarak "Dot Kill Dot", bir anlamda, modern kültürümüzdeki düşmanlığa, özellikle internet iletişim anonim doğasının insanlara getirdiği acımasız "yargıç-zihniyet"e bir gönderme. Aynı zamanda hala bir kuş albümü: Neil’in bir şafak vakti arabasıyla giderken duyduğu bir çağrı; bir Çobanaldatan kuşununki gibi yüksek sesle ve net, esrarengiz bir şekilde "dut-keeel-dut / dut-keeeeeel-dut" gibi gelir kulağına. Bu; albüme ismini veren şarkının yazılmasından sonra olmuştu, ama aynı zamanda mükemmel bir onayın yankısıydı.

Hayvan sever bir müzisyenin bu güzel çabasına kayıtsız kalmak zor… Albümün gelirinin yarısının kapanma tehdidi altındaki Cape Ann Wildlife’a gitmesi için albüm yapmak… Dünyanın böylesi müzisyenlere ihtiyacı var… Bize düşen 18 Ağustos’ta çıkacak albümü alarak Carlill’in çağrısına uymak…





Vizyona Giren Filmler : 15 Ağustos

$
0
0
Beş filmin vizyona girdiği haftanın başrolünde kas gücü ve testosteron var... Aksiyon yıldızı yağmuruyla tam gaz devam eden serinin üçüncü filmi “Cehennem Melekleri 3” haftanın en çok öne çıkanı ve merakla bekleneni... “Barbie ve Sihirli Dünyası” küçük kızları salona çağırırken, “Kahraman Şövalye Justin” ise küçük büyük herkesi eğlendirmek üzere animasyon meraklılarını bekliyor... Sıcak ve samimi renk cümbüşü “Ben Kendim ve Annem” komedi seçeneğini doldururken, korku/gerilim sevenlere nefes veren “Karabasan”sa haftanın kaçırılmaması gereken filmi...


Cehennem Melekleri 3 / The Expendables 3
Yönetmen: Patrick Hughes
Oyuncular: Sylvester Stallone, Jason Statham, Jet Li, Antonio Banderas
Konu: Çok güçlü bir silâhın yanlış kişilerin eline geçmesini engelleme görevi, Barney Ross ve onun bitirim paralı asker takımı için şok edici ve beklenmedik olaylar dizisine dönüşür. Peşine düştükleri acımasız silâh tüccarının, Barney’in on yıldan uzun bir süre önce öldürdüğünü sandığı, eski partneri ve Cehennem Melekleri’nin kurucu ortağı olan Conrad Stonebanks’tan başkası olmadığını keşfederler.
Ortada bir senaryo yok, yenilik yok ama zaten bunları bekleyen de yok... Dönemin aksiyon yıldızları tahmin edilebilir formülü yine işletiyor, ortaya kas gücü ve testosteron çıkıyor... Filmden çok, her seni yeni bir versiyonu çıkan oyun gibi... Yeni karakterler ve leveller ile donatılmış yeni sürüm, beklentileri karşılıyor...


Barbie ve Sihirli Dünyası / Barbie and the Secret Door
Yönetmen: Karen J. Lloyd
Konu: Kendine kurduğu dünyada kitap okuyarak daha mutlu olan Prenses Derin, bir gün krallık bahçesinde dolaşırken tıpkı okuduğu bir kitapta olduğu gibi gizli bir kapı keşfeder. İçeriye adım attığındaysa kendinisüprizlerle dolu bir dünya beklemektedir. Derin bu dünyaya dahil olduktan sonra sihirli güçlere de sahip olmuştur ve yeni arkadaşları bu sorunu yalnızca onun çözebileceğinden emindir.
Kapitalizmin küçük kızları ağına düşüren serisi üretmeyi sürdürüyor... Hedef kitle belli, formül belli... Ev sineması yerine vizyona girmesi de durumun hangi boyutta olduğunu gösteriyor...


Kahraman Şövalye Justin / Justin and the Knights of Valour
Yönetmen: Manuel Sicilia
Konu: Justin, bürokratların yönettiği ve şövalyelerin yasaklandığı bir krallıkta yaşamaktadır. Justin, tıpkı büyükbabası gibi, Kahraman Şövalyelere katılmak istemektedir ama Kraliçe’nin başdanışmanı olan babası Reginald, oğlunun kendi izinden gitmesini, ısrarla avukat olmasını istemektedir.
Vasatlarda gezinen ama eğlendiren İspanyol işi, bir kaç ertelemenin ardından nihayet vizyonda... Bir yıllık gecikmeye ve korsan tezgahlarında eskimesine rağmen sinemada tadı çıkarılabilecek eğlencelik...


Karabasan / The Babadook
Yönetmen: Jennifer Kent
Oyuncular: Essie Davis, Noah Wiseman, Daniel Henshall, Tim Purcell
Konu: Amelia henüz hamileyken kocası bir trafik kazasında ölmüştür. Olayın üzerinden 6 yıl geçmesine rağmen kocasının kaybını bir türlü atlatamayan Amelia, içine kapanık oğlu Samuel ile münzevi bir hayat sürmektedir. Bir gün evlerinde Bay Babadook isimli esrarengiz bir çocuk kitabı bulan anne – oğulun hayatı, gotik çizimler ve ürkütücü tekerlemelerle dolu bu kitabı okumalarıyla bir kâbusa dönüşür. Bir çıkış yolu bulmaya çalışan anne oğulun çaresizliği giderek artacaktır.
Artık tekrara giren ve tükenmişlik sendromu yaşayan türe müthiş taze bir örnek... Hem de ilk filmini çeken bir kadından... Seyircisine kendine hapseden filmin öyle aman aman yaptığı bir şey de yok, herhangi bir şey keşfetmiyor... Basit bir hesaplama türün gerekliliklerini yerine getirmek altı üstü... Haftanın ve yılın en iyilerinden biri... Kaçırmayın...


Ben Kendim ve Annem / Les Garçons et Guillaume a Table
Yönetmen: Guillaume Galienne
Oyuncular: Guillaume Galienne, Andre Marcon, Françoise Fabian, Diane Kruger
Konu: Orta sınıfa mensup, huysuz Bayan Gallienne’in üç çocuğu vardır. İki çocuğunu “oğlum” diye seven Bayan Gallienne üçüncü çocuğuna “Guillaume” diye seslenmektedir. Bunun sonucu yaşı ilerledikçe Guillame, kendisini bir erkek çocuk olarak görmez. Bir anne nasıl böyle davranabilir? Bir dizi olayla Guillame, asıl kimliğini arayışa çıkar ve annesinin üzerinde bıraktığı zararlı etkisinden kurtulmaya çalışır.
Renkli, doğal ve sevimli bir cinsel kimlik komedisi finalde biraz daha cesur davranmamanın verdiği tatsızlığı da yaşatıyor... Yine de keyifle izleniyor...


Dizi Ajandası : 18 / 24 Ağustos

$
0
0
Beş sezon finali, bir yeni dizi ve bir yeni sezon başlangıcına sahne olacak haftanın olayı, yedi sezonluk macerasını “Thank You” ile sona erdirecek “True Blood”… “Switched at Birth”, “Rectify”, “The Honourable Woman” ve “The Last Ship” de sezon finali yaparken, “Dallas” üçüncü sezonuna kaldığı yerden geri dönüyor… Haftanın yenisi “Intruders” olruken, merakla beklenen “Doctor Who” da yeni sezonuna başlayacak…


Pazartesi:
Anger Management 2x67  2x68  C. and the Psychic Therapist / C. Gets Between Sean and Jordan
Dallas  3x9  Denial, Anger, Acceptance
Mistresses (US)  2x11  Choices
Partners  1x5  1x6  Jurist Prudence / Paralegal Activity  
Switched at Birth  3x21  And Life Begins Right Away  [Sezon Finali]
Teen Wolf  4x9  Perishable
The Fosters  2x10  Someone's Little Sister
The Listener  5x13  In Our Midst  [Sezon Finali]
Under The Dome  2x8  Awakening


Salı:
Covert Affairs  5x9  Spit on a Stranger
Finding Carter  1x8  Half Baked
Matador  1x6  Misanthropology
Perception  3x10  Dirty
Please Like Me  2x2  Ham
Pretty Little Liars  5x11  No One Here Can Love or Understand Me
Rizzoli & Isles  5x10  Phoenix Rising
Royal Pains  6x11  Hankmed on the Half Shell
Sullivan & Son  3x10  The Monkey Plate
Tyrant  1x9  Gaslight


Çarşamba:
Extant  1x7  More in Heaven and Earth
Franklin And Bash  4x2  Kershaw vs. Lincecum
Graceland  2x10  The Head of the Pig
Hot In Cleveland  5x21  Win Win
Legends  1x2  Chemistry
Mystery Girls  1x9  Bag Ladies
Suits  4x10  This is Rome
Taxi Brooklyn 1x9  Double Identity
The Bridge (US)  2x7  Lamia
The Divide  1x7  I Can't Go Back
Young & Hungry  1x9  Young & Getting Played


Perşembe:
Cuckoo  2x3  Tribunal
Defiance  2x10  2x11  Bottom of the World / Doll Parts
Garfunkel & Oates  1x3  Speechless
Married  1x6  Invisible Man
Rectify  2x10  Unhinged  [Sezon Finali]
Rush  1x6  You Spin Me Round
Satisfaction  1x6  ... Through Exposure
The Honourable Woman  1x8  The Paring Knife  [Sezon Finali]
Welcome To Sweden  1x7
You're the Worst  1x6  PTSD


Cuma:
Black Jesus  1x3  The Manure Heist
Doctor Who  8x1  Deep Breath  [Yeni Sezon]
The Knick  1x3  The Busy Flea


Cumartesi:
Cedar Cove  2x6  Starting Over: Part Two
Hell on Wheels  4x4  Reckoning
Intruders  1x1  She Was Provisional  [Yeni Dizi]
Outlander  1x3  The Way Out
The Village  2x2 


Pazar:
Falling Skies  4x10  Drawing Straws
Manhattan  1x5  A New Approach to Quantum Cosmology
Masters of Sex  2x7  Asterion
Ray Donovan  2x7  Walk This Way
Reckless  1x8  When the Smoke Clears
The Last Ship  1x10  No Place Like Home  [Sezon Finali]
The Leftovers  1x9  The Garveys at Their Best
The Lottery  1x6  Sleep Deprived
The Strain  1x7  For Services Rendered
True Blood  7x10  Thank You  [Final]
Unforgettable  3x9  Fire and Ice
Witches of East End  2x7  Art of Darkness


Dizi Ajandası : 25 / 31 Ağustos

$
0
0
Beş sezon finali ve bir yeni sezon başlangıcına sahne olacak hafta, yaz sezonu sakinliğinin son dönemlerini yaşatıyor artık… Kanalların çok güvenmedikleri yapımlarını denedikleri dönemin sonları da haliyle kısır geçiyor… Kısır sezonun en çok dikkat çekenlerinden “Tyrant”, dört sezonu deviren “Falling Skies”, beklentilerin altında kalan bilim kurgu yavanı “Defiance”, yaz sezonunun en kötülerinden “Mystery Girls” ve sıradanlığıyla sıkan “The Divide” haftanın sezon finalleri olurken, İngiliz işi “Big School”da ikinci sezonuna başlayacak…


Pazartesi:
Anger Management 2x69  2x70  C. Does Times With the Hot Warden / C. & The Warden's Dirty Secret
Dallas  3x10  Dead Reckoning
Mistresses (US)  2x12  Surprise
Partners  1x7  1x8  The Curious Case of Benjamin Butt-Ugly / The Law School Reunion  
Teen Wolf  4x10  Monstrous
The Fosters  2x11  Someone's Little Sister
Under The Dome  2x9  The Red Door


Salı:
Covert Affairs  5x10  Sensitive Euro Man
Finding Carter  1x9  Do the Right Thing
Matador  1x7  Mano A Mano
Please Like Me  2x3  Parmigiana
Pretty Little Liars  5x12  Taking This One to the Grave
Rizzoli & Isles  5x11  If You Can't Stand the Heat
Royal Pains  6x12  A Bigger Boat
Sullivan & Son  3x11  Sullivan's Travels
Tyrant  1x10  Gone Fishing  [Sezon Finali]


Çarşamba:
Extant  1x9  1x10  Care and Feeding / A Pack of Cards
Franklin And Bash  4x3  Love Is the Drug
Graceland  2x11  Home
Hot In Cleveland  5x22  Win Win
Legends  1x3  Lords of War
Mystery Girls  1x10  The Killer Returns  [Sezon Finali]
Taxi Brooklyn 1x10  The Longest Night
The Bridge (US)  2x8  Goliath
The Divide  1x8  [Sezon Finali]  
Young & Hungry  1x10  Young & Thirty (... and getting married!)


Perşembe:
Cuckoo  2x4  Funeral
Defiance  2x12  2x13  All Things Must Pass / I Almost Prayed  [Sezon Finali]
Garfunkel & Oates  1x4  Road Warriors
Married  1x7  Waffles & Pizza
Rush  1x7  Because I Got High
Satisfaction  1x7  ... Through Terms and Conditions
Welcome To Sweden  1x8
You're the Worst  1x7  Equally Dead Inside


Cuma:
Big School  2x1  [Yeni Sezon]  
Black Jesus  1x4  I Gave at the Playground
Doctor Who  8x2  Into The Dalek


Cumartesi:
Cedar Cove  2x7  One Day at a Time: Part One
Hell on Wheels  4x5  Life's a Mystery
Intruders  1x2  And Here... You Must Listen
Outlander  1x4  The Gathering
The Village  2x4
Unforgettable  3x9  Admissions   


Pazar:
Falling Skies  4x11 4x12  Space Oddity (1) / Shoot The Moon (2)  [Sezon Finali]
Manhattan  1x6  Acceptable Limits (1)
Masters of Sex  2x8  Mirror, Mirror
Ray Donovan  2x8  Sunny
Reckless  1x9  Damage Control
The Strain  1x8  Creatures of the Night
Unforgettable  3x10  Fire and Ice
Witches of East End  2x8  Sex, Lies, and Birthday Cake


Vizyona Giren Filmler : 22 Ağustos

$
0
0
Yedi filmin vizyona girdiği haftanın başrolünde eğlence var... Merakla beklenen devam filmi “Günah Şehri: Uğruna Öldürülecek Kadın”, hortum peşinden koşan “Fırtınanın İçinde” ve tipik Amerikan komedisi “Çakma Polisler” haftanın öne çıkanları... Fransızların gün geçtikçe dozu artan ırkçılığa eğlenceli çözümü “Sürpriz Damatlar”, gündemi yakalayan mütevazi “Şef”, animasyon “Postacı Pat: Bir Yıldız Doğuyor” ve klişe konusunu anlatımıyla unutturmaya çalışan “Betondaki Çatlaklar” diğer seçenekler... 


Fırtınanın İçinde / Into the Storm
Yönetmen: Steven Quale
Oyuncular: Richard Armitage, Sarah Wayne, Matt Walsh, Arlen Escarpeta
Konu: Bir gün içerisinde Silverton kasabası daha önce hiç görülmemiş hortumların şiddetli etkisiyle büyük bir yıkıma uğrar. Tüm kasabanın kaderi değişken fırtına ve hortum etkilerinin merhametine kalmıştır. Fırtına rotasını izleyen kasaba sakinleri ise daha beterinin henüz yaşanmadığını öngörmektedirler. Birçok insan fırtınadan korunacak sığınak ararken, bazıları da hayatta bir kez yakalanabilecek bir çekim gerçekleştirmek için fırtınanın girdabına doğru girmeye çalışırlar.
Benzerlerini daha önce gördüğümüz kasırga filmlerinin şimdilik son örneği tüm klişeleriyle heyecan yaratma uğraşında... Hortum haberlerinin gündemi meşgul ettiği zamana denk gelmesiyle merak uyandırsa da ikinci sınıf bir örnek...


Günah Şehri: Uğruna Öldürülecek Kadın / Sin City: A Dame to Kill For
Yönetmenler: Robert Rodriguez, Frank Miller
Oyuncular: Jessica Alba, Josh Brolin, Rosario Dawson, Joseph Gordon Levitt
Konu: Adaletin kol gezmediği bu karanlık şehirde, acımasız katiller kendilerinden ümitsizce intikam almak isteyenlerin tepesine binmek üzeredir. Hepsinin yolu, Günah Şehri’nin ünlü kulubü Kadie’s Club Pecos’da kesişir. Yaşam ile ölüm arasındaki ince çizgi bütün karakterleri birbirine bağlayacak, Günah Şehri’nin sokakları bir kez daha aksiyon dolu karanlık bir maceraya ev sahipliği yapacaktır.
Çizgi roman uyarlamaları arasında apayrı bir yere konuşlanan filmin 9 yıl aradan sonra gelen devamı, aynı büyüleyici etkiyi sürdürüyor... Senaryosuna, oyunculuğuna vs. bakmaya hiç gerek yok... Görsel lezzeti hepsini unutturuyor...


Çakma Polisler / Let’s Be Cops
Yönetmen: Luke Greenfield
Oyuncular: Damon Wayans Jr., Jake Johnson, Nina Dobrev, Andy Garcia
Konu: Kolej yıllarından beri arkadaş olan Justin ve Ryan kostüm partisi olarak anladıkları partiye, Justin’in son oyununda kullandığı LAPD (Los Angeles Polis Departmanı) üniformalarıyla ile giderler. Biraz alay konusu olduktan sonra Hollywood sokaklarında yürümeye başladıklarında bir şey fark ederler. Kadınlar onlarla ilgileniyor, kötü adamlar emirlerine uyuyor ve en güzeli de, barmenler bedava içki veriyorlardır. Bunların nedeni tabiki üzerindeki üniformalarıdır.
Ezik karakterlerin üzerinden komedi yaratma fantazisi çok yaratıcı olmasa da, sıkılmadan izlenebilirliği ve yer yer güldürmesiyle beklentilerin üzerine çıkmayı başarıyor... Her şeyin tadında olması, eğlenmek için yeterli...


Sürpriz Damatlar / Qu'est-ce qu'on a Fait au Bon Dieu?
Yönetmen: Philippe De Chauveron
Oyuncular: Christian Clavier, Chantal Lauby, Ary Abittan, Medi Sadoun
Konu: Fransa’nın üst sınıf ailelerinden birine mensup olan Claude ve Marie Verneuil çiftinin dört güzel kızı vardır. Bu kızlardan Isabelle müslüman olan Rachid ile Odile Yahudi olan David ile ve Segolene de Chao isimli bir Çinli ile evlenir. Bu değişik kültürlerden damatları kabullenmekte güçlük çeken Claude ve Marie’nin tek ümitleri küçük kızları Laure’nin bir Katolik evliliği gerçekleştirmesidir.
Irkçılığın tavan yaptığı günümüzde, Fransızlar yine söz almış ve tüm sorunların aile içinde çözülebileceği, ön yargıların kırılabileceğine dair eğlenceli bir filmle gündemi yakalamış... Her şey bu kadar toz pembe değil elbette ama yakın gelecekte farklı kültürlerden evliliklerle ırkların birbirine karışacağı da çok uzak sayılmaz... Amerikan versiyonunu yakın zamanda görürsek şaşırmayalım...


Şef / Chef
Yönetmen: Jon Favreau
Oyuncular: Jon Favreau, Sofia Vergara, John Leguizamo, Scarlett Johansson
Konu: Carl Casper şık bir restoranda baş aşçıdır. Kendi mutfağına ait yemekleri nefistir ama lokantanın menüsüne bağımlı çalıştıkça yaratıcılığı ve ona bağlı olarak da yemeklerinin lezzeti düşüşe geçer. Üstelik önemli bir gurmenin yemekleri hakkında yaptığı olumsuz eleştiriler de Carl için bardağı taşıran son damla olur. Kariyerinde düşüşe geçtiğini hisseden Carl Casper´a tam da bu dönem “İkinci el bir yemek karavanı al ve kendi işinin patronu ol” teklifi gelir.
Sıradan bir asçı filminin uzağına denk düşen “Şef”, günümüze iyi odaklanarak sosyal medyanın etkilerini de senaryosuna yedirerek risk almanın sonuçlarını tipik bir aile öyküsüyle harmanlayarak anlatıyor... Büyük bütçeli filmlerin arasında nefes almak isteyen Favreau, küçük ölçekli bir filmle izleyicisine hem nefes veriyor hem de kendilerini iyi hissetmelerini sağlıyor... 


Postacı Pat: Bir Yıldız Doğuyor / Postman Pat: The Movie
Yönetmen: Mike Disa
Konu: Kıdemli bir postacı bir televizyon yarışmasına katıldıktan sonra inançlarını sorgulamaya başlar.


Betondaki Çatlaklar / Cracks in Concrete
Yönetmen: Umut Dağ
Oyuncular: Murathan Uslu, Alechan Tagaev, Ivan Kriznjak, Mehmet Ali Salman
Konu: Hapishanede geçirdiği on yıldan sonra Ertan, suç dünyasından uzak durarak yeni bir başlangıç yapmak niyetindedir ancak kimseyi kendisine inandıramaz. Yıllardır görmediği oğlu Mikail ise müzisyen olmanın hayalini kurmaktadır ama başlangıçta ihtiyaç duyduğu parayı uyuşturucu satarak kazanmaya karar vermiştir. Ertan, oğlunu suç dünyasından korumak için kimliğini gizleyerek ona yaklaşmaya çalışır.




Midtown Fest : Girersen Çıkamazsın!

$
0
0
Nisan ortalarıydı her şeyin başlangıcı... Portishead resmi hesaplarından İstanbul demişti... 1994’de “Dummy” ile herkesi büyülediğinden beri merakla beklediğimiz konsere 20 yıl sonra kavuşacağımızın müjdesi sevindirdi elbette... Sonrasında yanına gruplar eklenip festivale dönüştüğünün haberini aldık ki, daha da katlandı bu sevinç... 20 Ağustos’a gün sayar olduk, her gün bir şarkıyla... Beklediğimiz gün geldi, yerinde test ettim festivali ve Portishead’i... Grup gerekeni yaptı ama festival aynı başarıyı gösteremeyince bu yazı da biraz maceraya kaydı haliyle... Başlıklarla yazıyorum ki, direk merak ettiğiniz bölümü okuyup geçebilme fırsatınız olabilsin...

Bilet sorunsalı...
2006’da yayına başlayan bir blog olarak, içeriğinde sürekli müziğe yer vererek konser için akreditasyon hakkım olabileceğini düşünmüştüm... Zira her geçen gün daha fazla okunuyor, biliniyordu kpk... Aylık albüm raporu ile meraklısına keşfedecek birçok albüm de sunuyordum... İlk başta çok zaman var denerek bekletilme süreci bir türlü bitmek bilmedi... Düğüm noktası 14 Ağustos oldu... Beklediğim akreditasyonun çıkmadığını öğrenip deli olmuş, küfürleri sıralarken twitter’da gördüğüm “Portished’in ilk albümünün adı nedir?” sorusuna yapıştırdım cevabı... 15 dakika sonra kazandığımı öğrendim... Ne kazandığımı bilmeden... Meğer sponsorlardan Volvo Türkiye, çift kişilik bilet veriyormuş hergün... Soruya doğru cevabı veren yirminci kişi de bilet kazanıyormuş... Küfürleri bırakıp bilet sevincine düştüm haliyle... Ama bitmedi sorunlar... Verdim adresi beklemeye koyuldum, o kargo bir türlü gelemedi... Bileti elime alsam, Mersin-İstanbul biletini de alacağım diye beklerken, en geç pazartesi elinize geçer denen bilet geçemedi... İmdada İstanbul adresi yetişti ve nihayet konserden bir gün önce bilet kuryeyle teslim edilebildi... Aynı gün zorla bilet bulabildim... Oldum olası uçak yerine otobüs yolculuğunu tercih ederim bu arada... Uçaktaki indi bindi olayını, kimsenin kimseye ilişmemesini, insanın insana değmemesini de yadırgarım... Otobüs öyle değil, yanındakiyle girersin sohbete, muavinle laflarsın, molada biri senden ateş ister birlikte tüttürürsün sigarayı... İletişim vardır otobüste ve ben o iletişimi severim... Varsın 14 saat sürsün... Saatleri 20:30’a ayarlayıp yolculuğa koyuldum salı akşamı... Pencere kenarı şansıyla ülke gerçekleri de burun burunaydı... Çoğunluğu Suriyeliler oluşturuyordu otobüste... O çok sözü edilen şehri, dünya kentini görme heyecanıyla doluydu hepsi... Arkamdaki iki gençte onlardandı... Yanımda da bir aile babası oturuyordu, yan koltukta eşi ve dört çocuğu ile sıkış tepiş gideceklerini özetleyerek ilk andan özür dileyerek başladı sözüne... Çocukları ara ara kucağına alacağını, bebeklerinin ağlayabileceğini de ekledi... Sorun olmadı... En azından umduğu gibi olmadı... Erkek çocuk isteğiyle yapılan denemelere ancak dördüncü de kavuşan fabrika işçisi, mutluydu... Her sorun başındaydı ama tek derdi kucağındaki oğluydu... Sonunda kavuştuğu erkek çocuk, bir yaşını devirmiş, kendi dilini yaratmış ve geveliyordu bir şeyler... Muradları olduğu için adaşımdı Murat bebek... Onlar yorulunca ben aldım kucağıma otobüste bir ileri iki geri ara ara turlayarak uyutarak İstanbul tabelasını da gördük sonunda... Ki İstanbul’a girer girmez daha ilk evlerden itibaren arkamdaki ikili başladılar övgülere... “İşte dünya kenti... Burada yaşanır... Gökdelenler şehri...” diye başlayan sohbetleri ilk görüşte aşk yaşattı onlara... Harem’de inene kadar iyice yağlayıp, balladılar İstanbul’u... Sonunda Esenler otogarında inince bir sorun daha çıktı... Servis var ama Taksim’e gidecek tek yolcu var o da benim... Bir türlü karar veremediler önce, tek kişi için servis mi kalkar, metroyla gitsin dendi, uzun uzun tartıştılar ve yaklaşık yarım saat sonra içlerinden biri ben götürürüm diye atıldı... Gel yanıma otur sohbet ede ede gideriz, sigaranı da içersin dedi ve başladık sohbete... 20 yıl önce Mersin’de yaşadığı macerayı anlattı uzuun uzun... Kendisine kalan mirasla kime güveneceğini bilmeyen dul bir kadının maceralarına denk düşmüş özetle... Sonunda kurtulmuş, övünerek tek lokması boğazımdan geçmedi diyerek mutlu mutlu bitirdi sohbeti... Taksim’de iniş, karşılama, kahvaltı derken festival havasına girişim de böyle oldu...

Midtown Fest
Gelelim festivale... Çok iyi bir kadrosu olduğunu söylemek zordu, taa en baştan beri... Tanımadığım isimlerin varlığı bir yana, birbiriyle uyumsuz müzik türlerinden oluşan bir kadro vardı tuhaf bir seçimle... O yüzden baştan sona izlenecek bir durum da yoktu haliyle... O sıcakta içeri girip o gruplar izlenmezdi, zordu... Zaten de izlemedik... Bunda organizasyonun da payı vardı... Grupların arasındaki yarım saatlik molalarda ölürdük o sıcaktan... Lakin organizasyon da bunu istiyor olmalı ki, girenin bir daha dışarıya çıkamaması gibi saçma sapan bir kural vardı... Küçükçiftlik park’ın önündeki kalabalığın, içeridekinden fazla olmasını doğuran bu saçma kuraldan duruma rağmen vazgeçilmedi... Bizde grupları izlemedik, dinledik sadece... 

Kapıların açılmasından sonra ilk sahne alan grup “Telepotik” oldu... Youtube’da yer alan videolarındaki absürtlüğü görünce, gülmekten kırılmıştık... Kendi bestelerini çaldıklarında da emekle dönemi basitliğini yakaladıklarını duyunca daha da çok güldük... Vokalist hatunu pazarlamak isteyen grubun şov yerine müziğe ağırlık vermesi, coverları da karaoke’den hallice yapmak yerine kendi özgün dilini bulması gerekiyor ama nerdee...

İkinci grup “Thought Forms”u da beğenmemiştim bir türlü... Hangi şarkılarını dinlesem bir türlü bitmeyen sıkıcı tekrarlar, sakız gibi uzatılmış melodiler... Bizde çok daha iyi gruplar var bu müziği yapan dedirtti bana... O sıcakta ki, 16:30 sularında o sound hiç çekilmiyor... Nerden bulmuşlar, nasıl getirmişler anlaması zor ama dinlediğim kadarıyla beğenmedim...

Ülkeyi aşan yerlilerin birer birer sahne almasıysa bir parça ısıttı festivali... “The Away Days” elinden geleni yaptı ama ortam uygun değildi, herkes dışarıdan dinledi ve yazık oldu sahnelerine... Giderek büyüyecekleri ve Avrupa’yı fethedecekleri şimdiden görünüyorken yanlış saatin kurbanı oldular... “The Ringo Jets”de aynı dertten muzdaripti... Zımba gibiler, sahnede coşturuyorlar... Hava karardığında sahnede olmaları gerekiyordu aslında ama dışarıda köfte ekmek yerken kulağımıza meze oldular... Yine de festivalin dışarıya çıkmamayı göze aldıran ilk grubu oldular... Ki, o da bir şeydir...

Ve geldik “Savages”e... İçeri girmemi sağlayan grup oldular... Ki iyi olduklarını da biliyorduk zaten... Albümlerini de sevmiştik... Bu kadar erken gelmelerini de alkışlamıştık... 20 yıldır beklediğimiz grupların aksine, tam en iyi döneminde kavuştuğumuz grup, enerjisini sahnede gösterdi ve keyifli anlar yaşattı... Bu keyfin doruk noktaları da davulcu ile vokalistin şovları oldu elbette... Havayı karartırken, Portishead öncesini ısıtma görevini de layıkıyla yerine getirdi kızlar dörtlüsü... Vokalistin David Bowie özentiliği dışında eksi puanım yok kendilerine...

Herkes kenara ayrılsın “Portishead” geliyor...
Saatlerin 22’ye yaklaştığı anda hummalı bir çalışma başladı sahnede... Tüm sahneyi dolduran ekipmanlar, kameralar, denemeler derken tüm ihtişamıyla 7 kişi rollerine büründü ve başladı konser... Arkadaki dev ekranla şarkılarına leziz görseller seçen grup, beklediğimiz şarkıları söyledi... Albümdeki düzenlemelerin dışına çıkarak konserde olduğumuzu hissettirdi... Şarkılarınız iyi olunca, ekstra bir çabaya kıvırmaya oynama gerek kalmıyor... Beth Gibbons, vokal yaptı sadece... Üçüncü albümden şarkılar çalmaları dışında iyi bir playlistle, ezberimdeki yerlerde bağıra çağıra eşik ederek devirdik saatleri... Playlistte belli olan şu bis olayını çok hesaplı kitaplı buluyorum bu arada... Teşekkürler deyip sahneden iniyorsun ama döneceğini hepimiz biliyoruz... Dönüşü “Roads” ile yapmalarıyla istediğimizi de aldık... Ki o an benim için özel andı... 20 yıllık özlemin sonu, iki damla gözyaşı da bıraktırdı bana mutluluktan... Bir şarkı daha çalıp sahneden indiler... İkinci bis ihtimallerini de sahne görevlilerinin toparlanmasıyla ortadan kaldırdılar... Sonuç olarak ilk Portishead konserimizdi, daha iyisini görmedik... İnanılmaz ya da muhteşem değildi ama hasreti giderdik işte... Kaçıranların üzülmesini gerektiren bir şey olduğunu düşünmüyorum...

Organizasyon...
Ortada bir festival olmadığını söylemiştim... Zaten sosyal medyada da hep “Portishead İstanbul’da” anonslarıyla gitmesi, diğer grupların gölgede kalması bunu doğurmuştu... Girersen çıkamazsın saçmalığı, dışarıdaki işporta saçmalıkları, köfte ekmek ve bira satışları derken bir festival kalabalığının parçası olamadık... Bu zihniyetle olmamız da zor... İçerinin mezbeleliği andırması da bunun diğer yanı... Sidikten bozma biraların 13 liraya satılması gibi bir fırsatçılık tam eziyet... Bilet fiyatlarının uçukluğu bir yana o gereksiz sınıflandırmanın ne işe yaradığını da anlamak zor... Konser dediğin hep birlikte izlendiğinde güzel... Koca bir alanı bariyerlerle aralayıp seyirciyi birbirinden uzaklaştırmak, coşkuyu da azaltıyor... Etkileşim de sıfır oluyor böylece... Kimse safları sıklaştıramıyor örneğin, öne doğru omuz omuza verip gitme macerasına da atılamıyorsun, durduğun yerde izliyorsun konseri... Bir de seyircinin saçmalıkları var elbet... Şu lanet olası akıllı telefonlar yüzünden, herkesin elinde bir cihaz, hemen kayda alma öküzlüğüne tutuluyorlar... Bir türlü alışamadım o duruma, tek bir kare fotoğraf çekmedim, video kaydetmedim konseri yaşadım ben... Ama ortamdaki öküzlerin cihazı durmadı tabii... Bu işe de bir çözüm bulunması gerektiğini düşünüyorum... Ayakta konser izlerken, sahneyi görmeye de engel teşkil ediyor artık... Konser sonunda daracık yerden döne döne, tuvaletlerin çevresinden kıvrıla kıvrıla çıkmak gibi rezilliği de yaşamamalı... Sıkış tepiş, göt göte kan ter içinde çıkıyoruz yahu... Girişte sıkıntı olmadığı gibi, çıkışta da olmamalı halbuki... Dünya bu gibi organizasyonlarda daha büyük kalabalıkları daha kolay ve sıkıntısız dağılmalarını sağlayarak çözmüşken, biz koyun gibi sürü halinde çıkıyoruz... GNL Entertainment’i bu başarısız organizasyonundan dolayı kutlamak lazım sonuç olarak... 

İstanbul Modern...
Gün perşembe olunca ve İstanbul Modern’de de en beleşinden gezme fırsatı varken gitmemek olmazdı... Hiç aklımda yoktu aslında ama “Çok Sesli” sergisiyle gaza getirildim valla... Girişteki “Geçmiş ve Gelecek” sergisinden daha çok bahsetmek lazım... 136 sanatçının 180 çalışması hayran hayran dolaşılacak işler içeriyor... Resme ilgi duyanların kaçırmamasında fayda var bence... ‘‘Çok Sesli’’ ise, Türkiye’de görsel ve işitsel sanatlar arasındaki etkileşimlere işaret etmeyi ve bu alandaki güncel üretimlerden bir seçki sunmayı hedeflemiş... Katalogdan aynen aktarayım; “Görsel sanatların ses ve müzik ile geçmişten günümüze kurduğu yakın bağı araştıran “Çok Sesli”, sanatçıların kişisel ve toplumsal süreçlerde müziğe duydukları özel ilgiyi yansıtıyor. Görsel ve işitsel olanı bir arada düşünen sanatçıların son dönem çalışmalarını sunan sergideki resim, heykel, video ve yerleştirmeler; ses ve müziği bir tema, kavram ya da sorunsal olarak görselleştiriyor veya farklı müzik ve ses biçimlerini bir metafor ya da ifade aracı olarak kullanıyor.” Bunca laf kalabalığının aksine ben ortada sese dair bir şey ya da tema göremedim... İlginç bir iki deneysel iş dışında, kaset çalmak için kurulan deckler, eski radyolar, alakasız bir pikaplı radyoya konmuş taş plaktan ses vermeye çalışmalar, yokuştan döne döne aşağıya inen tefi takip eden videolarla sıradan bir sergi işte... Bir özelliği yok, ortada bir şey yok bence... Tabi bunda gramofonlar, pikaplar ve enstrümanlarla dolu bir evde büyümemin de etkisi var... Babamın cihazlarından sergi yapsak, bin basar... Hiç abartmıyorum...

Yemişim Portishead’i daha iyisi var: Ev Provası...
Perşembe akşamını anlatmak için sözlükler yetmez aslında... Sosyal medya hesaplarımda her fırsatta şarkılarını paylaştığım Begüm Tarako, ikinci albümünün hazırlığında... Tohumların filizlenme safhalarındaydı tamda... Şahane bir denk gelişle, ev provasında aldım soluğu... Fotoğrafta gördüğünüz ekiple, gözümün önünde şarkılar çalındı, son hallerini almaları için adımlar atıldı... Albüm hakkında bahsetmek, o dururken bana düşmez elbette ama şimdilik dinlediğim şarkılara bayıldığımı söyleyeyim bağıra çağıra ve coşkuyla... Albümün ilk adımlarından itibaren sürece şahit olmaktan dolayı mutluyum zaten ama bir de sonucun bu kadar iyi olması iyice mutlu etti beni... Ki sözlerini okuduğumda seveceğimi tahmin ettiğim şarkıyı da ilk kez dinlemiş oldum ki, halen kulağımda... İstek şarkım da oldu yüzsüz yüzsüz... O da çalındı... Bir de ekibe öyle bir tanıttı ki beni Begüm, ha ağladım ha ağlayacağım zor tuttum kendimi valla... Demeden de duramazdı, ne mutlu ki vefa hala lugatında... Bana kalsa bir şey yapmadım aslında, zaten iyi bir yaratıcı var karşımda... Daha iyisini yaşayacağım zamana kadar en güzel gecem budur şimdilik... Merakla albümün çıkmasını ve bu şarkıları hep bir ağızdan söylemeyi bekliyorum, heyecanla...

Dönüş Yolu...
Maceramın son perdesi yine bilet sorunsalıydı, ki hiç şaşırmadım duruma... Aynı günün akşamına bilet bulmak, geri zekalı firma şubesinde gerçekleşmeyince telefonla hallettim otogardan... Bir kaç saat sonra telefon edip, “kesin geliyorsanız sadece sizin için inecek servis Taksim’e” demeleriyle iş güzelleşti... Lakin servisin geleceğinden kimsenin haberi olmaması gibi bir saçmalıktan sonra, aynı adam geldi elinde sigarayla... Saate bakıp “daha vaktimiz var, hemen çıkalım geze geze gidelim” demesiyle, yine başladık sohbete... Siverekli, dokuz çocuklu bir adammış meğerse... 7 kız, 2 oğlan... Oğlan da adaşımmış... Ama kadersizmiş Serkan, özel yetkili mahkemelerin yarattığı kaosla suçsuz yere atmışlar hapse... Dört yıldır içerdeymiş, ortada kanıt, tanık vs. bile olmadan... Telefon dinlemesinde şüphe uyandırmak gibi komik bir suçla... Üstelik suçu işleyenler, bir buçuk yıl yatıp çıkmış bile... O ara onun ismini sorunca, duyduğuma sevindim: Cumhuriyet... Sonrası geze geze gittik Esenler’e, konuşa konuşa... “Kalkış saatine kadar da şöförlerin takıldığı yerde çay içeriz” dedi Cumhuriyet abi, itiraz ne haddime... Çayımızı da içtik, numaralarımızı kaydettik telefonlarımıza... Bir sonraki gidişimde, önceden haber verecekmişim, taksisiyle gelecekmiş almaya... Önce gezdirip, sonra bırakacakmış beni gittiğim yere... Bu arada otobüs firmalarının hazırlığını görünce bir ara ortadan kaybolup, elinde koca poşetle döndü... İçinde bolca su, bilimum abur cuburla... Başka bir şöförle daha sohbete daldık, Kütahya’da yaşayan Şaban abi, Kayserili olarak biliniyormuş şehirde... Ne zaman gelsen beni sorup bulabilirsin deyip, koordinatları da verdi... Otobüse de, aynı özenle ve misafir etiketiyle bindirildim... Yeni 14 saat, yanımdaki gencin sessizliğiyle geçti daha çok... Yalnız saygıda kusur etmemeyi abarttı... O da onun saflığı, güzelliği...

Nihayetinde tüm bu maceranın sonunda hem iki şehir arasındaki sıcaklık farkı, hem de klima çarpması sonucu üç gündür öksürmekten ve hapşurmaktan helak olmak dışında da bana kalan bir şeyler var işte... Varsın yazı geciksin, yeter ki Portishead gibi gruplar gecikmesin, zamanında ve düzgün organizasyonlarla gelsin... Ki doya doya keyfine varalım... Zira bu yazının dolu dolu bir festival izleniminden, gidiş geliş macerasına evrilmesi ülkemizdeki saçma sapan konser organizasyonlarının bizi getirdiği noktadır...


İlk Bakış: Best in Bed / Yatak Dersleri

$
0
0
Yatakta en iyi olmak isteyen kadının maceralarına anlatan Fransız eğlenceliği “Best in Bed”, “Yatak Dersleri” adıyla 29 Ağustos’ta Başka Sinema kapsamında izleyiciyle buluşuyor...

Chris Esquerre ve Delphine de Vigan’ın senaryosunu birlikte kotardıkları filmin yönetmen koltuğunda da de Vigan oturuyor... İki filmde senarist olarak yer aldıktan sonra ilk uzun metrajında... Laurence Arné, Eric Elmosnino, Didier Bezace, Valérie Bonneton, Jérémy Lopez, Julia Faure, Eric Boucher, François Morel, Loïc Corbery ve Sophie De La Rochefoucauld da oyuncu kadrosunda başı çekenler...

Emma işinde başarılı, kendine güvenen ve her zaman istekli bir kadın-dı, artık değil. Ard arda gelen başarısız tek gecelikler onu ciddi bir problemi olduğuna ikna eder. Şimdi ise Emma’nın tek bir amacı vardır o da yatakta en iyisi olmak…

“Biz kahramanımızın mucizeler yaratamayacağını biliyoruz ama yine de bu tuttuğunu koparan kadını kahkahalarla izleyeceğinize eminiz.” sözleriyle pompalanan basın bülteni bir yana filmin romantik komedilerin cinselliği daha fazla işleyelim düsturundan beslendiği aşikar... Amerikalıların edepsiz romantik komedilerinden sonra, Fransızlar konuyu biraz daha naif işliyor... 15 Ocak’ta Belçika ve Fransa’da gösterime giren ve beklentileri karşılayamayarak unutulmanın eşiğine gelen film, her nasıl oluyorsa bizde gösterime giriyor... Cinsellik satar düşüncesi işlemeye devam ediyor malum... Kötü fragmanıyla da hiç bir artısı olmayan film, sıradan bir eğlence denemesi olarak meraklılarını bekliyor... Direk es geçelim daha iyi...



İlk Bakış: Planes Fire and Rescue / Uçaklar 2: Söndür ve Kurtar

$
0
0
Disney’in geçtiğimiz yaz yediden yetmişe herkese sevdirdiği “Uçaklar” filminin devamı “Planes: Fire and Rescue”, “Uçaklar 2: Söndür ve Kurtar” adıyla 29 Ağustos’ta gösterime giriyor...

John Lasseter’ın öyküsünden yola çıkılarak çekilen film klasik formülü işletse beğeniyle izlenmişti... Bu kez künyede değişikliklerle devam eden filmin senaryosunda “Tinker Bell” serisini kotaran Jeffrey M. Howard’ın imzası bulunuyor... Yönetmen koltuğundaysa, ilk kez tek başına Roberts Gannaway oturuyor... Dane Cook, Ed Harris, Julie Bowen, Curtis Armstrong, John Michael Higgins, Hal Holbrook, Wes Studi, Brad Garrett, Teri Hatcher ve Stacy Keach orjinal seslendirme kadrosunun öne çıkan isimleri olurken, her zamanki gibi türkçe dublaja mahkum olarak klasik isimleri duyacağız...

"Uçaklar 2: Söndür ve Kurtar", kendilerini tarihi Piston Peak National Park'ını söndürülmesi güç bir yangından korumaya adayan, dinamik ve seçkin bir itfaiye uçağı ekibinin yer aldığı, hayattaki ikinci şanslarla ilgili yeni bir komedi-macera filmi... Dünyaca ünlü hava yarışçısı Dusty, motorunun hasar gördüğünü ve bir daha asla yarışamayacağını öğrenince alan değiştirmek zorunda kalıyor ve itfaiye uçaklarının dünyasına dalıyor. Dusty, emektar itfaiye ve kurtarma helikopteri olan Blade Ranger ve onun, aralarında neşeli hava tankı Dipper'ın, ağır yük helikopteri Windlifter'ın, emekli askeri nakil uçağı Cabbie'nin ve The Smokejumpers adıyla tanınan hayat dolu bir grup cesur arazi aracının bulunduğu ekibine katılıyor. Bu korkusuz ekip hep birlikte büyük bir yangınla savaşırken Dusty de gerçek bir kahraman olmanın bedellerini öğreniyor.

Animasyon serilerinde devam filmlerinin genelde sadece oyalanmayı sağladıkları düşünülürse, karşımızda devam filminin devam filmi var bir nevi... “Arabalar”ın gökyüzü versiyonu olan filmin devamı ne de olsa... Klasik formül, bildik karakterler ve sıradan bir senaryo ile bildik mesajlar... İkinci şans ve kahraman olmanın bedelleri üzerine 83 dakika geçer mi? Kötü fragmanından göründüğü kadarıyla geçmez... En iyisi pas geçip, Disney’in orjinal işlerini beklemek olacak...



İlk Bakış: Delivery Man / Süper Baba

$
0
0
İlk gösteriminden itibaren dilden dile yayılarak klasik haline gelen 2011 yapımı Kanada filmi “Starbuck”ın Amerikan yeniden çevrimi “Delivery Man”, “Süper Baba” adıyla 29 Ağustos’ta gösterime giriyor...

Ken Scott’ın yazıp yönettiği 2011 yapımı “Starbuck”, Québec’teki ilk gösteriminin ardından bolca festival gezmiş, ödül avcısına dönüşmüş ve yılın filmlerinden biri olarak gösterilmişti... Ülkemizde de korsan alemlerde bilinen film, bu kez Amerikan versiyonuyla karşımızda... Yazıp yöneten de yine Scott... Değişen ne peki diyecek olursanız, elbette oyuncu kadrosu... Vince Vaughn, Chris Pratt, Cobie Smulders, Andrzej Blumenfeld, Simon Delaney, Bobby Moynihan, Dave Patten, Adam Chanler-Berat, Britt Robertson ve Jack Reynor başı çeken oyuncular...

Sıradan bir hayat yaşayan David Wozniak, hayatta hiçbir sorumluluğu olmayan, vurdumduymaz ama bir o kadar da iyi kalpli bir adamdır. Ailesinin sahibi olduğu et şirketinde nakliyeci olarak çalışan David, çok ciddi bir borç batağındadır ve hayatına bir türlü yön veremez haldedir. Ta ki yıllar önce sperm bankasına yaptığı bağışlar sonrası bankaca yapılan bir hata nedeniyle 533 çocuğu olduğunu öğrenene kadar... 533 çocuktan 142 tanesi biraraya gelerek gerçek babalarının kim olduğunu öğrenmek için dava açmışlardır. İşte David hayatında belki de ilk kez doğru bir şey yapacak ve çocuklarına güzel örnek olmaya çalışacaktır. Çocukları hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak isteyen David, onları aramaya başlayacak, hayatında ilk kez büyük bir sorumluluk alacak ve kendinden önce başkalarının hayatlarını düzene sokmak için hareket etmeye başlayacaktır. 

David “çocuklarının” hayatta başarılı olmalarını, yanlış yapmamalarını, onları her şeyden korumayı, ağlamak istedikleri bir omuz aradıklarında yanlarında olmayı ve yanlarında olamadığı seneleri affettirmek için yeni kararlar alır. David çocuklarını aramaya koyulmuşken, kız arkadaşı Emma da hamile olduğunu öğrenir, 534. çocuk da David’in hayatına girmek için yola çıkmıştır!

Gerçek hayatta 2 çocuk babası olan Vaughn, Süper Baba filmi için “Biraz çılgın ama çokça kalbe dokunan bir hikâyemiz var. Tüm film aile bağları, doğru yolu bulmak ve kalbe dokunabilmek üzerine yazılmış. Ben de kendi hayatımda çocuklarımla ve ebeveynlerimle tıpkı David’in yaşadığı tarzda sorunlar yaşıyorum. Gerçek hayatta yaşadığımız ailevi sorunlara dikkat çeken ve insanın içini ısıtan sahnelere sahip bir film yaptık. Aynı zamanda kendi sahnelerime bile uzun süre gülebildiğim bir film Süper Baba. Filmi izleyen herkesin kendinden bir şeyler bulabileceğine ve ailesini hatırlayacağına inanıyorum.” diyor ve ekliyor “David kocaman bir kalbe sahip. Bu sebeple herkes tarafından çok seviliyor. Hala büyümüş sayılmaz. Ailesinin et işinde çalışıyor ve yaptığı birçok şey çocukça! Yetişkinlik sorumluluklarının birçoğundan habersiz olan David, yaşayacakları sebebiyle bir anda çok farklı bir karaktere bürünecek ve baba olmanın ne demek olduğunu anlayacak.” 

Senarist ve yönetmen Ken Scott, Vince Vaughn’un başrole seçilmesinin sebebini şöyle anlatıyor “David Wozniak karakterini çok farklı yazdım ve hayal ettim. Uzun süre hangi oyuncunun bu dokuyu yakalayabileceğini, hem komedi hem de duygusal sahnelerle aynı anda başa çıkarak filmi sırtlayabileceğini düşünürken aklıma gelen ilk isim Vince oldu. Kararımda ne kadar haklı olduğumu filmi çekerken bir kez daha anladım. Vince hikâyeyi çok sevdi, karakteri çok sevdi ve filmde harikalar yarattı.” diyor. David’in en yakın arkadaşı Brett’e hayat veren Chris Pratt dört çocuğuna tek başına bakmak zorunda olan bir avukattır. Chris Pratt Brett karakteri için “Brett, bunalımlı, şişman, ipin ucunda hisseden ve dört çocuğa tek başına bakmaktan bitmiş durumdaki bir zavallı. Son çare olarak David’in davasını üstlenen Brett çok komik olaylara sebep olacak. Hayat boyu asla başarılı olamamış bir adam acaba bu sefer başarılı olacak mıdır? Ben Brett’i gerçekten çok sevdim, eğer yaşayan bir karakter olsaydı emin olun benim en yakın arkadaşım olurdu. Brett sizi çok eğlendirecek!” diyor. 

David’in kız arkadaşı Emma rolü için oyuncu aradığı zamanı anlatan yönetmen Scott “Komedide gerçekten başarılı olan ve Vaughn’la ters köşe duygusallığa sahip bir oyuncuyla çalışmam gerektiğini düşündüm. Cobie Smulders bu rol için harika gözüküyordu. Aslında çok dramatik olan sahnelerin komedi diliyle anlatılması konusunda Cobie’ye güvendiğim için çok mutluyum, tam istediğim gibi bir oyunculuk sergiledi ve beni kendine hayran bıraktı” diyor. 

David Wozniak’ın hayatının nasıl değiştiği, ailenin ne demek olduğu, ne olursa olsun sevdiğin insanların yanında her zaman olabilmenin keyfini, zorlukların birlikte aşıldığını anlatan “Süper Baba” 29 Ağustos’ta beyazperdede izleyicisiyle buluşacak! Orjinal filmden haberi olmayanlar için güzel fırsat...



Llosa’dan Dalaverenin Evrensel Öyküsü!

$
0
0
“Bu ülkede küçük de olsa bir uygarlık alanı yaratmak olanaksız,” diye geçirdi aklından. “Barbarlık her şeyi önüne katıp sürüklüyor.” Karamsarlığa kapıldığı zamanlarda yaptığı gibi yine, gençliğinde gidip başka ülkelerde kendine bir yaşam kurmak yerine, burada, Lima denen bu korkunç şehirde kalmaya karar vermekle ne kadar yanlış bir şey yapmış olduğunu düşündü.

Peru’da iki şehir ve iki patron. Başkent Lima’da sigortacı Ismael Carrera, taşra güneşinin altında kavrulan Piura’daysa nakliyeci Felícito Yanaqué. Bir tarafta Felícito’nun, kapısına sıkıştırılan örümcek imzalı haraç mektubuna meydan okumasıyla değişen hayatı. Diğer taraftaysa ikinci baharının zirvesindeki Ismael’in ailevi antikalıkları yüzünden kabağın, sadık dostu ve şirketinin yöneticisi Don Rigoberto’nun başında patlaması. Tam da emeklilik hayalleri kurarken...

Mario Vargas Llosa, Don Rigoberto'nun Not Defterleri, Üvey Anneye Övgü, And Dağlarında Terör ve Palomino Molero'yu Kim Öldürdü romanlarından karakterlerle renklendirdiği, sürükleyiciliğiyle arkası yarınlara taş çıkaran bu kitabında dalaverenin evrenselliğini bolca tebessümle gözler önüne seriyor.

Yeni Tanışanlar İçin MARIO VARGAS LLOSA 
1936’da Peru’nun Arequipa kentinde doğdu. Başkent Lima’daki Leoncio Prado Askerî Okulu’nda edindiği kişisel deneyimlerden yola çıkarak kaleme aldığı ilk romanı Kent ve Köpekler’le (1963) kısa sürede üne kavuştu. İlk romanını 1966’da Yeşil Ev, 1969’da Conversación en la catedral (Katedralde Konuşmalar), 1973’te Yüzbaşı ve Kadınlar Taburu, 1977’de Julia Teyze izledi. La guerra del fin der mundo (Dünyanın Sonunu Getiren Savaş), Masalcı, Üvey Anneye Övgü, Don Rigoberto’nun Not Defterleri, Palomino Molero’yu Kim Öldürdü?, Mayta’nın Öyküsü, Teke Şenliği, Cennet Başka Yerde gibi yapıtlarıyla günümüzün en seçkin yazarları arasındaki yerini aldı. 1993’te yayımlanan And Dağlarında Terör adlı romanı Planeta Ödülü’ne değer görüldü. Edebiyat eleştirisi alanında ise Gabriel García Márquez, Flaubert, Sartre ve Camus’nün yapıtları üzerine kitaplar yayımladı. 1990 yılında Demokratik Cephe’nin adayı olarak katıldığı başkanlık seçimlerinde Alberto Fujimori karşısında başarılı olamadı. 2010’da Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı.

KETUM KAHRAMAN
Yazar: Mario Vargas Llosa
Çeviri: Havva Mutlu 
Tür: Roman 
Sayfa sayısı: 414 Sayfa
Fiyatı: 29 TL
Yayın tarihi: 19 Ağustos 2014


İlk Bakış: Life of Crime / Belalı Rehine

$
0
0
Kitaplarının birçoğu beyaz perdeye aktarılan ünlü polisiye yazar Elmore Leonard’ın eserinden uyarlanan “Life of Crime”, “Belalı Rehine” adıyla 29 Ağustos’ta gösterime giriyor...

Geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz ünlü polisiye yazarı Elmore Leonard, 1956 yılından bu yana sinemanın beslenme kaynaklarından biri aynı zamanda... Prodüktör olarak da uyarlamalarında bizzat yer alan Leonard deyince ilk akla gelenler Tarantino’nun “Jackie Browne”u, Soderbergh’in “Out Of Sight”ı, iki kez çevrilen “3:10 to Yuma” ve “Be Cool”... Beş sezonu deviren “Justified”da dizi dünyasına da katkısı mevcut... Şimdilik son Leonard uyarlamasının altında, senaryoyu da kotaran Daniel Schechter’ın imzası bulunuyor... 2006’da “The Big Bad Swim”in senaryosuyla adını küçük bir kitleye bile olsa duyuran Schechter, ilk uzun metrajına da bir yıl sonra “Goodbye Baby” ile imza atmış... 2012’de çektiği “Supporting Characters”in ardından üçüncü filminde büyük bir sıçrama yapmış oluyor... İlk kez önemli isimlerle çalışıyor... Ki, Jennifer Aniston, Mark Boone Junior, Kevin Cannon, Julie E. Davis, Mos Def, Isla Fisher, Will Forte, John Hawkes, Seana Kofoed ve Alex Ladove kadroda başı çeken isimler...

Ordell Robbie ve Louis Gara araba hırsızlığı yüzünden hapis yatan iki suçludur. Hapishaneden çıktıklarında Detroit’in zengin yatırımcılarından Frank Dawson’ın eşi Mickey Dawson’ı kaçırmak ve fidye istemek için ortak olurlar. Fakat Frank‟in karısını istemediği anlaşıldığında Mickey daha büyük bir miktar için onu kaçıranlarla iş birliği yapıp büyük intikamını almaya karar verir ve her şey çok daha karmaşık bir hal alır.

İlk gösterimini Toronto’da yapan film, tipik Leonard formülesi vurgusuyla ortalama eleştirilere maruz kalmıştı... Bekletmeden dünyayla aynı gün gösterime giriyor... Leonard’ın romanına dayanan her filmden aynı lezzeti aldığımız aşikar... Vasatı aşan, seyri keyifli bir senaryo da cepte sayılır... Kadro da iyi, anlaşılan dönemi de, atmosferi de tamam... Fragmandan görüldüğü kadarıyla her şey yerli yerinde... Merakla bekliyoruz...



İlk Bakış: Deliver Us From Evil / Bizi Kötüden Koru

$
0
0
“Sinister” ile korku/gerilim sevenlere nefes aldıran Scott Derrickson’ın merakla beklenen yeni filmi “Deliver Us From Evil”, “Bizi Kötüden Koru” adıyla 29 Ağustos’ta gösterime giriyor...

Ralph Sarchie ve Lisa Collier Cool’un kitabına dayanan filmin senaryosu Scott Derrickson ve Paul Harris Boardman’a ait... İkili, Derrickson’un ilk uzun metrajı “The Exorcism of Emily Rose”dan sonra ikinci kez bir arada... Bizde de “Şeytan Çarpması” adıyla bilinen filmin ardından “The Day the Earth Stood Still” ile kült bilim kurgunun yeniden çevrimine imza atan yönetmen, “Sinister” ile 2012’nin hit gerilimini yaratmıştı... Geçtiğimiz yılı da Atom Egoyan’ın “Devil's Knot” uyarlamasının senaryosuyla geçiren Derrickson, bu kez on yıl önce görünen ve beğenilen taslağın peşinden gitmiş... Eric Bana, Édgar Ramírez, Olivia Munn, Chris Coy, Dorian Missick, Sean Harris, Joel McHale, Mike Houston, Lulu Wilson ve Olivia Horton da oyuncu kadrosunun başı çeken isimleri...

Bir Irak çölünde palmiyelik bir alan; yıl 2010. Üç çarpışmanın ardından, ABD deniz piyadeleri ürkütücü bir yeraltı odasına inmek zorunda kalırlar; kendilerini yukarıdaki muharebe alanından çok daha dehşet verici bir şeyin beklediğinden habersizdirler…

…Dört yıl sonra, New York şehrinde, bir anne, adeta hipnotize olmuş gibi, küçük oğlunu birden bire hayvanat bahçesindeki aslanın inine savurur; bu sırada, yakınlarda kapüşonlu bir siluet gezinmektedir…

…Bodrumdan gelen garip sesler ve diğer tuhaf olaylar şehrin kalabalık bir yerinde yaşayan bir aileyi korkutur…

…Çeşitli yerlerde eski Latince yazılar ve tuhaf simgeler bulunur; bunlar, belki de keşfedilmesi fazla korkutucu bir gizemin kapılarını aralar...  

Tesadüf nedir? Hayali nedir? Ve dünyanın bir ucundan diğer ucuna uzanan şeytani zincirle birbirine bağlanan şeyler nedir?

New York Polis Teşkilatı’ndan Çavuş Ralph Sarchie, Güney Bronx’ın çetin sokaklarında kendi payına düşen karanlığı görmüştür. Ülkenin en zorlu muhitlerinden olan 46. bölgeye atanan Sarchie insanlık dışı davranışların son noktalarına tanık olmuş ve bu durum, karısı Jen ve küçük kızları Christina’yla ilişkisini etkileyecek ölçüde ruhunu karartmaya başlamıştır.  Fakat, gitgide daha sorunlu birine dönüşen Sarchie ile eski bir komando olan, her zaman kavgaya hazır, alaycı polis ortağı Butler tuhaf bir olayı soruşturmak üzere çağırıldıklarında, takip eden olaylar silsilesi pragmatik Sarchie’nin inançlarını ve anlayışını sınayacaktır. Sarchie kendini kaçak rahip Joe Mendoza’yla kırılgan bir ittifak içinde bulur. Kendi inancı da birden çok kez sınanmış olan rahip Mendoza, şüpheci Sarchie’yi sayısı gitgide artan dehşet verici olayların çeşitli şeytan çarpma vakaları olduğuna ikna etmeye çalışır. Polis ve rahip, beraberce, Mendoza’nın birincil kötülüğün kök salması olarak nitelediği duruma ilişkin kanıtları katman katman ortaya çıkartırlarken; Sarchie, şehri ve hatta kendisinin en çok sevdiği kişiler olan ailesini bile tehdit eden şeytani güçlerle savaşı sırasında tüm inanç sistemini sorgulamak zorunda kalacaktır.

Konusu naftalin kokuyor, oyuncu kadrosu da fena değil... Fragmanıysa facia... 2 Temmuz’da gösterime giren filme dair gelen eleştiriler, beklentilerin altında kaldığı ve ancak vasatı aşabildiği yönünde... Jerry Bruckheimer’ın yapımcılığında 30 milyon dolarlık bütçeyle kotarılan filmin açılış hafta sonu rakamları da beklendiği gibi gitmemişti... Bütçesini bu ay denkleştirebilen filmi izlemeden pas geçmek daha mantıklı gibi görünüyor... Derrickson’ın hatırına bir göz atmak için bile fazla...




İlk Bakış: Azazil Düğüm

$
0
0
Türk işi Exorcism’in 40 yıl sonra dönüşüne sahne olacak “Azazil: Düğüm” 29 Ağustos’ta gösterime giriyor...

70’lerde dünyada ortalığı karıştırmış “The Exorcist” filminin ardından Türkiye’de 1 yıl sonrasında Yeşilçam’ın büyük ustalarından Metin Erksan’ın uyarlaması ile sinemamız korku türünde ilk denemelerine devam etmişti. Uzun bir aradan sonra 2000’ler sonrası hareketlenen Türk Korku Sineması, tam 40 yıl sonra tekrar bir şeytan çıkarma filmi ile karşımızda. Üstelik işin ehlinden çıkma bir projeyle. Metafizik ve Bio-Enerji uzmanı Salih Memişoğlu bizzat yaşadığı sıradışı vakaları sinema filmi yaparak daha geniş kitlelere göstermek için kolları sıvadı. “Ammar” filmi ile korku sinemasında özellikle görsel efekt anlamında bir çok yenilik getiren ve yurtdışında oldukça beğeni toplayan ekip Salih Memişoğlu’nun anlattıklarından yola çıkarak yeni projelerini hazırladı. Yönetmenliğini Özgür Bakar’ın yaptığı “Azazil: Düğüm” filminin senaryosu yine Özgür Bakar ve Alper Kıvılcım’a ait. Kaynaklardaki inanışa göre “Azazil” secde etmeyi Kabul etmeyen ilk şeytan olarak geçmekte. Düğüm ise seri olması planlanan Azazil filminin ilk hikayesi ile bağlantılı. İnsanların birbirlerine yaptıkları büyülerin Kuran-ı Kerim’e gore daha çok belli objelere düğüm atılması şeklinde gerçekleştiğini belirten Memişoğlu, ekibinden filmin merkezini bu tarz büyülerden ve varlıklardan korunma yollarını göstermek üzerine oturtmalarını istemiş. Film bir ilki gerçekleştirerek bu tarz cin ve şeytan vakalarını bilim adamlarının bakış açılarını filmin senaryosuna ekliyor. Filmin oyuncu kadrosunda genç ve yetenekli oyuncular Cansu Diktaş, Tolga Akman, Nurten İnan ve Zafer Altun'a Antalya Şehir Tiyatroları ustalarından Murat Ercanlı eşlik ediyor.

Sinem, anne ve babası vefat ettikten sonra ailesinden kalan evde teyzesi ve eniştesi ile yaşamaktadır. Üniversiteden sevgilisi Akın ile mutlu bir ilişkisi vardır. Bir gün Akın’la arabada giderlerken bir köpeğe çarparak ölümüne yol açarlar. O günden itibaren Sinem için kabus dolu anlar arka arkaya yaşanır.

Söz konusu yerli korku filmi olduğunda iki kere düşünmek gerektiğine alıştık artık... Sürekli cinlerle perilerle uğraşılmasından da biz bıktık, yapımcılar bıkamadı bir türlü... Beklenenden çok daha küçük adımlarla ilerleyen Türk korku sineması nicelikte var ama nitelikte yokları oynuyor ısrarla... Bu tablo hep yanı başımızdayken “Azazil : Düğüm” en azından fragmanıyla umut veriyor... Bir yeniden çevrim için, exorcism filmi için 40 yıl geçmesi gerekmesi zaten nerede olduğumuzu da gösteriyor... Aşağı yukarı konuyu ve ne izleyeceğimizi zaten biliyoruz, önemli olan atmosferin kurulup kurulamadığı, efektler ve oyunculuklar artık... Eli yüzü düzgün fragmandan şimdilik görünen bir parça umut verdiği... Merakla bekliyoruz...



Vizyona Giren Filmler : 29 Ağustos

$
0
0
Altı filmin vizyona girdiği haftanın başrolünde komedi ve korku var... Devam filmi “Uçaklar 2: Söndür ve Kurtar”, yerli işi exorcist “Azazil: Düğüm” ve “Sinister”ın yönetmeninin yeni gerilimi “Bizi Kötüden Koru” haftanın en çok dikkat çekenleri... Elmore Leonard uyarlaması “Belalı Rehine”, cinsellik soslu Fransız komedisi “Yatak Dersleri” ve yeniden çevrim komedi “Süper Baba” da diğer alternatifler... Hepsi de vasat gözüken filmler yerine, önceki haftalarda kaçırılanlara göz atmaya daha müsait bir haftayla karşı karşıyayız... 


Uçaklar 2: Söndür ve Kurtar / Planes: Fire and Rescue
Yönetmen: Roberts Gannaway
Konu: Dünyaca ünlü hava yarışçısı Dusty, bir daha asla yarışamayacağını öğrenince alan değiştirmek zorunda kalıyor ve itfaiye uçaklarının dünyasına dalıyor. Dusty, kurtarma helikopteri Blade Ranger ve onun, aralarında neşeli hava tankı Dipper’ın, ağır yük helikopteri Windlifter’ın, emekli askeri nakil uçağı Cabbie’nin ve The Smokejumpers adıyla tanınan hayat dolu bir grup cesur arazi aracının bulunduğu ekibine katılıyor.
İlk bakışını şurdan okuyabilirsiniz...
İlk filmden ne hayır gördük ki, devamından görelim... Disney’in gereksiz yere kastığı ve sevdirmeye çalıştığı film, küçükler için eğlencelik ama klişe konusu, orjinal fikirlerden yoksunluğu ve bolca mesaj vermesiyle büyükler için gereksiz zaman kaybı...


Azazil: Düğüm
Yönetmen: Özgür Bakar
Oyuncular: Murat Ercanlı, Tolga Akman, Cansu Diktaş, Zafer Altun
Konu: Sinem, anne ve babası vefat ettikten sonra ailesinden kalan evde teyzesi ve eniştesi ile yaşamaktadır. Üniversiteden sevgilisi Akın ile mutlu bir ilişkisi vardır. Bir gün Akın’la arabada giderlerken bir köpeğe çarparak ölümüne yol açarlar. O günden itibaren Sinem için kabus dolu anlar arka arkaya yaşanır.
İlk bakışını şurdan okuyabilirsiniz...
Bilinen hikaye klişelerle işliyor, yeni bir şey yok... Sayısız örneğini gördüğümüz konuda Türk korku sinemasının da söyleyecekleri var diye izlemek isteyenleri en azından sonuna kadar sıkmaması da yeter şimdilik... “Ammar” ile dikkat çeken yönetmen sonraki işleri için takip edilesi bir isim olduğunu da göstermiş oluyor...


Bizi Kötüden Koru / Deliver Us From Evil
Yönetmen: Scott Derrickson
Oyuncular: Eric Bana, Edgar Ramirez, Olivia Munn, Sean Harris
Konu: Ülkenin en zorlu muhitlerinden olan 46. bölgeye atanan Polis Sarchie, insanlık dışı davranışların son noktalarına tanık olmuş ve bu durum, karısı Jen ve küçük kızları Christina’yla ilişkisini etkileyecek ölçüde ruhunu karartmaya başlamıştır. Gitgide daha sorunlu birine dönüşen Sarchie ile eski bir komando olan, alaycı polis ortağı Butler tuhaf bir olayı soruşturmak üzere çağrıldıklarında, takip eden olaylar silsilesi pragmatik Sarchie’nin inançlarını ve anlayışını sınayacaktır.
İlk bakışını şurdan okuyabilirsiniz...


Belalı Rehine / Life of Crime
Yönetmen: Daniel Schechter
Oyuncular: Jennifer Aniston, Isla Fisher, Will Forte, Tim Robbins
Konu: Ordell Robbie ve Louis Gara, araba hırsızlığı yüzünden hapis yatan iki azılı suçludur. Hapishaneden çıktıklarında Detroit’in en ünlü ve zengin yatırımcılarından Frank Dawson’ın eşi Mickey Dawson’ı kaçırmak ve fidye istemek için ortak olurlar. Fakat Frank’in karısını istemediği anlaşıldığında Mickey Dawson daha büyük bir miktar için onu kaçıranlarla iş birliği yapıp büyük intikamını almaya karar verir ve her şey çok daha karmaşık bir hal alır.
İlk bakışını şurdan okuyabilirsiniz...
Sinemanın önemli beslenme kaynaklarından Leonard’ın her uyarlaması aynı formülle gidiyor... Tarzını bilenler için saat gibi işleyen bir kara komedi... Bilmeyenler için odaklanması zor, bol karakterli bir gevezelikler silsilesi...


Yatak Dersleri / A Coup Sur – Best in Bed
Yönetmen: Delphine de Vigan
Oyuncular: Laurence Arne, Eric Elmosnino, Didier Bezace, Valerie Bonneton
Konu: Emma işinde başarılı, kendine güvenen ve her zaman istekli bir kadındır. Ancak artık kendine güven ve isteklerini yitirmiştir. Ard arda gelen başarısız tek gecelik aşklar onu ciddi bir problemi olduğuna ikna eder. Şimdi ise Emma’nın tek bir amacı vardır, o da yatakta en iyisi olmak.
İlk bakışını şurdan okuyabilirsiniz...


Süper Baba / Delivery Man
Yönetmen: Ken Scott
Oyuncular: Vince Vaughn, Cobie Smulders, Chris Pratt, Simon Delaney
Konu: Sıradan bir hayat yaşayan David Wozniak, hayatta hiçbir sorumluluğu olmayan iyi kalpli bir adamdır. Ailesinin sahibi olduğu et şirketinde nakliyeci olarak çalışan David hayatına bir türlü yön veremez haldedir. Ta ki yıllar önce sperm bankasına yaptığı bağışlar sonrası bankaca yapılan bir hata nedeniyle 533 çocuğu olduğunu öğrenene kadar. 533 çocuktan 142 tanesi gerçek babalarının kim olduğunu öğrenmek için dava açmışlardır.
İlk bakışını şurdan okuyabilirsiniz...
Boşverelim Amerikan versiyonunu... 2011’in en iyi filmlerinden “Starbuck” malum ortamlarda bolca geziniyor, bir google aramasıyla bulmak, izlemek ve keyfine varmak mümkün... 


In Fear: Yollarda Bulurum Seni

$
0
0
“Birkaç yıl önce İrlanda’nın ücra bir köşesinde yaşayan bir aileyi ziyarete gidiyordum. Hiçliğin ortasındaki evlerine varmak için ana yoldan ayrılıp işaretleri takip etmem gerekiyordu. İşaretler, beni yoldan saptığım noktaya geri götürmüştü. Bir yerde yanlış köşeden döndüğümü düşünerek bütün işaretleri yeniden takip ettim ama sonuç aynıydı: Başladığım noktaya dönmüştüm. Hava kararmaya başlamış, şiddetli bir yağmur inmeye başlamıştı. 

Kendimi bir korku hikayesinin ortasında bulmuş gibi hissettim. Dışarıda gizli bir gücün olduğunu düşünmeye başlamış bile olabilirdim. Sonra şansımı yeniden denedim. Bu sefer çıkmaz bir yola girdiğimi düşünüyordum ki biraz ileride yeni bir işaret gördüm ve o işaret de beni başladığım noktaya getirdi. O ilk noktada bir bar vardı. Bara girdim ve durumu anlattım. Gülüşmeler oldu. Bardakiler bir şaka olarak, işaretlerin yerini değiştirerek bütün yolların barın olduğu noktaya çıkmasını sağlamışlar. Korku Yolu, bu deneyimimden ortaya çıkan bir iş… Çok kanlı öğeler kullanmak yerine psikolojik gerilime ağırlık vererek korkuyu yansıtmaya çalıştım. Bir evde yaşanabilecek saldırının arabaya uyarlanması fikri ve klostrofobiyi daha gerçekçi biçimde gösterebilecek olma özgürlüğü hoşuma gitti.”

“In Fear”in senarist ve yönetmeni Jeremy Lovering, filmin ortaya çıkış öyküsünü bu sözlerle anlatıyor… “Lonely Planet”in bir bölümünü yöneterek 1994’de kariyerine başlayan Lovering, televizyona çalışarak ilerlemiş ama birer bölüm dışında hiç tutunamamış bir isim… Öyle popüler dizilerde değil üstelik, tv filmleri deneyiminde de hep belgesele yakın durmuş… “Killing Hitler”, “Sex & Lies” ve “Miss Austen Regrets” ile uzun metraj deneyimleri hep yaşanmış olaylar olunca ve belgesel kıvamında işleyince, yaşadığı korku dolu deneyimi de aynen anlattığı gibi peliküle almış… “In Fear”i değerlendirirken, yönetmenin yakın durduğu türe ve ilk kez korku/gerilim çektiğine dikkat etmek gerekiyor bu yüzden… Kapalı mekanda, dünyadan kopuk bir maceraya atılmak söz konusu olunca işin en büyük yükünü görüntü yönetmenine düşüyor elbet… Lovering iyi bir seçim yapmış… Yine ağırlıklı olarak televizyon yapımlarına çalışan tecrübe abidesi David Katznelson, üzerine düşeni başarıyla yerine getiren isim… “Downton Abbey” ile Emmy ödülü kazanan Katznelson, “Game of Thrones”da da görev alarak adını duyurmuştu… Yolu bulmak üzerine arabanın içinde kalan ikilimizin peşinden giderken onun görüntüleri tüm filmi canlı tutan… Lovering’in senaryosunun düşüşe geçtiği anlarda bile onun sayesinde kağıttan kale gibi yıkılmıyor “In Fear”…

İngiliz sinemasının son yıllarda korku/gerilim türüne yeni örnekler eklemeye çalışmasının son örneği, öncüllerinin yolundan gidiyor yine… Kandan uzak duruyor, ağır bir anlatımla senaryosuna ağırlık vererek öyküsünün sonuna dair merakı arttırmaya çalışarak ilerliyor… Bir kapana kısılma, labirentte kaybolma gerilimi için gayet iyi açılıyor “In Fear”… Başroldeki ikiliden de güç alıyor… Özellikle de Alice Englert’in çabası görülmeye değer… Kamera ona odaklandığında filmin tüm tonunu, duygusunu vücut diliyle veriyor Englert… Sally Potter‘ın “Ginger & Rosa”sında keşfettiğimiz Englert, “Beautiful Creatures” ile büyük gişe filminin umut vadeden yıldız adayı olarak lanse edilmiş ama bekleneni verememişti… Iain De Caestecker’ın eşliği de hikayenin şüphe tohumlarını gerektiği gibi ekince ilk yarısı soluksuz ilerleyen bir gerilime hapsoluyor izleyici… Ki filmin kırılma noktası da tam bundan sonrası…

Çiftimiz Tom ve Lucy ile tanışıyoruz önce… Sonra da mekanımız Honda Civic’le… İrlanda’daki müzik festivaline gitmek için çıkmışlar yola… İlişkileri de çok taze, birlikte konaklamak için güzel bir seçim yaptıklarını düşünüyorlar… Ülkenin kırsalında ücra bir otelde kalarak baş başa vakit geçirme isteklerini gerçekleştirecekleri yere ayak basar basmaz tipik gerilim klişeleri de işlemeye başlıyor… Gördükleri ilk kasaba yerlisi kitle, yabancılardan hazzetmediklerini gösteriyor her zamanki gibi… Bozmuyorlar morallerini otele doğru yolculukları başlıyor… Hiç diyalog kurmadan, arabadan inmeden, yüzünü de görmediğimiz birinin yardımıyla otelin arazisine de giriş yapıyorlar çabucak… Senaryo gayet güzel işliyor, İrlanda kırsalında gayet güzel manzaralar eşliğinde haritaya, internet çıktılarına ve yoldaki tabelalara baka baka yol alsalar da, koca bir labirentin içinde olduklarını farketmeleri uzun sürmüyor… Nereye gitseler, nerden dönseler aynı yere çıkıyorlar… Bolca daire çizerek ilerlemelerine paralel olarak ilişkileri de bundan alıyor payı… 

İlk yarısı boyunca o labirenti gayet güzel işleyen ve heyecanı koruyan Lovering, tüm bildik numaralarla atmosferi güçlendirerek ilerliyor… Taa ki yanlış seçimine dek… Başına gelen olaydan yola çıkarak oluşturduğu öyküyü ayrıntısına kadar da kullanmış bu arada… Anlattığı bar sahnesini şüphe tohumlarını ekmek için işlemiş… Tuzağa düşürülmüş çiftin, kendilerini izledikleri düşündüklerini yabancıdan korkmaları zaten yeterliyken, Lovering göstermeyi tercih ediyor… Bu yanlış tercihle basit bir neden sonuç ilişkisinde gereksiz bir döngüye giren film, ordan da yaralar alarak çıkıyor sonrasında… Yabancıyla yakın temas, tuzağın sebebi derken zayıflayan film en azından iyi bir final sahnesiyle kapanabiliyor…

Tek mekan gerilimiyle, korkulan yabancı harmanı “Korku Yolu”, iyi açılışının devamını getiremeyen bir örnek olarak senaryosundaki boşluklarından muzdarip… Lucy’i tutarlı şekilde işleyen yönetmenin aynı başarıyı Tom’un tuhaf hareketleriyle bezeli mantık dışı anlara boğması önemli eksilerinden biri… Tüm gerilimi kurarken, dönemin en popüler yöntemi “buluntu”ya hiç meyletmeyen Lovering, bildik numaraları yerinde kullanarak heyecanı diri tutuyor ama bir yere kadar… Senaryonun zaafı da burada ortaya çıkıyor işte… İlk yarım saatine yüklenen yönetmen, bu girizgahın altında ezilerek sonunu getiremiyor bir türlü… Bu öykü buraya çıkmaz dedirten finaliyle de ağızda ekşi bir tat bırakıyor…

Kısa film olsa daha doyurucu olacağı aşikar olan “In Fear”, göstereyim açıklayayım tercihiyle giderek içi boşalan bir deneme… Yine de ilk yarısı için izlenebilir…


Dizi Ajandası : 1 / 7 Eylül

$
0
0
Dört sezon finali ve iki yeni sezon açılışına sahne olacak hafta, yaz sezonunun en kurak dönemini içeriyor… Sayıca az, nitelikte vasat yapımların arasında ekran karşısına kitleyecek diziye rastlamanın zor olduğu haftada “Partners”, “Mistresses” ve “Royal Pains” sezon finallerini yaparken, “The League” de yeni sezonuna başlayacak… Haftaya damgayı ise Pazar akşamı vuracak… “Boardwalk Empire” beşinci sezonunu açarken, yaz sezonunun en iyisi “The Leftovers”da ilk sezonuna noktayı koyacak…


Pazartesi:
Anger Management 2x71  2x72  Charlie and the Temper of Doom / Charlie Gets Trashed
Dallas  3x11  Hurt
Mistresses (US)  2x13  'Til Death Do Us Part  [Sezon Finali]
Partners  1x9  1x10  Doug Day Afternoon / How To Get A Head in Advertising  [Sezon Finali]  
Teen Wolf  4x11  A Promise to the Dead
Under The Dome  2x10  The Fall


Salı:
Finding Carter  1x10  Love Story
Matador  1x8  Everything Old Is New Again
Please Like Me  2x4  Gang Keow Wan
Rizzoli & Isles  5x12  Burden of Proof
Royal Pains  6x13  Ganging Up  [Sezon Finali]
Sullivan & Son  3x12  A Kiss Is Never Just a Kiss


Çarşamba:
Extant  1x11  A New World
Graceland  2x12
Hot In Cleveland  5x23  Don Elka
Legends  1x4  Betrayal
Taxi Brooklyn 1x11  Frenchmen Can't Jump
The Bridge (US)  2x9  Rakshasa
The League  6x1  Sitting Shiva  [Yeni Sezon]


Perşembe:
Cuckoo  2x5
Garfunkel & Oates  1x5  Hair Swap
Married  1x8  The Old Date
Welcome To Sweden  1x9
You're the Worst  1x8  Finish Your Milk


Cuma:
Big School  2x2
Black Jesus  1x5  Fried Green Tomatoes
Doctor Who  8x3  The Robots of Sherwood
The Knick  1x4  Where's The Dignity?


Cumartesi:
Cedar Cove  2x8  Something Wicked This Way Comes
Hell on Wheels  4x6  Bear Man
Intruders  1x3  Time Has Come Today
Outlander  1x5  Rent
The Village  2x5


Pazar:
Boardwalk Empire  5x1  Golden Days for Boys and Girls  [Yeni Sezon]
Manhattan  1x7  Acceptable Limits
Masters of Sex  2x9  Story of My Life
Ray Donovan  2x9  Snowflake
Reckless  1x11  And So It Begins
The Leftovers  1x10  The Prodigal Son Returns  [Sezon Finali]
The Lottery  1x7  St. Michael
The Strain  1x9  The Disappeared
Unforgettable  3x11  True Identity
Witches of East End  2x9  Smells Like King Spirit


“Kulak Keyfi Mixtape” Radyo Mood’da Başlıyor...

$
0
0
Doksanlı yıllar dendiğinde bende akan suların durduğunu, çenemin açılıp zor kapandığını beni tanıyanlar iyi bilirler... Zira o yıllarda birden fazla işi bir arada yapıyor ve her yere koşturuyordum... Ana işim, kendi büromda grafikerlikti... Geri kalan zamanlarımıysa hobilerimle tıka basa doldurmuştum... Bir underground müzik, biri edebiyat iki fanzin çıkıyordum, yerel gazetede muhabirlik yapıyordum, radyoda haftalık rock programı yapıyordum, yerel tv’de de ne iş olursa yaparım modundaydım sürekli... Bunların içinde en çok keyif verense radyo programıydı...

1992’de başlayan özel radyolar furyasının her şehri sarması ve kimlik salması yaklaşık bir yılı bulmuştu... Aynı dönemde başlamıştı hevesim, her radyoyu dinlemeye çalışıp aralarından seçim yapmaya giriştim önce, sonra da o radyoda aldım soluğu... Bir rock müzik dinleyicisi olarak sevdiğim şarkıları çalma isteğiyle, Mersin’in bence en iyi radyosu Alternatif’e başvurmuştum... Özgün müzik ağırlıklı yayın yapan radyoda rock programı yapmaya çalışmak biraz garip kaçmıştı önce ama kabul edilince 7 Nisan Çarşamba’sında 1993’de “Lithium”, “Smells Like Teen Spirit”le başladı... Yerli ve yabancı sevdiğim rock şarkılarını çalıyor, program boyunca da izlediğim filmleri, okuduğum kitapları anlatıyordum... O hafta şehirde gittiğim etkinlik varsa onlara dair izlenimlerimi ve eleştirilerimi de sıralıyordum... Ki o dönemleri yaşayan bilir, ne kadar kişiydik nasıl bir kitleydik bilmiyorduk henüz... Rock ve metal dinleyicisi olarak buluşma noktalarımızda konserler ve yeni yeni açılan rockshoplarla sınırlıydı henüz... Konser desek çok nadir olurdu ve her an iptal edilme tehlikesiyle karşı karşıyaydı hep... İşin keyfi de oradaydı, çekme kasetlerle yaşadığımız dönem radyoda geçen o iki saat çok çabuk geçiyordu hep, bir sonraki programı iple çektiriyordu bana... Yerli gruplarının parmakla sayılacak kadar az olduğu dönemde, telefonla röportajlar yaptım, konsere gelen grupları konuk ettim, her hafta hediyeler dağıttım, dinleyici telefonlarıyla güzel dostluklar kurdum... Önemli günlere denk geldiğinde de özel programlar yaptım... Ki bunların en özeli Nirvana programıydı, halen makara bantta kayıtlı olarak arşivimde durur... O keyifli dönem, radyonun kapanmasıyla sona erdi... 17 Temmuz 1996’da yine “Smells Like Teen Spirit” oldu son şarkı... 

O gün bugündür aklımın bir köşesindeydi yeniden radyo programı yapmak ve o keyfi yeniden tatmak... 2014’e girerken de sık sık dillendirmiştim artık zamanının geldiğini... Bir saatlik bir mixtape hazırlayarak, bence bu dönemin en iyi radyosu Radyo Mood’a başvuru yaptım... Çabucak geri dönüş yaparak, başvurumu kabul ettiler ve günü kararlaştırdık... İlk yayına hazırız...

Malumunuz kasım 2013’den bu yana ayın albümlerine dair değerlendirmeyi “Kulak Keyfi” adıyla aylık rapor olarak yazıyorum... Gördüğü ilgi üzerine ilk gelen tepkilerde benzeri bir seçkiyi radyoya taşımam olmuştu... Okurun isteği de yerine geliyor böylece, şarkılarla aynı zaman dilimini paylaşacağız bundan sonra... Radyoyu da seçerken de rehberim rapor oldu yine... Keşfettiğim gruplardan başka kim bahsetmiş diye bakındığımda hep “Radyo Mood” çıktı karşıma... Sürekli keşif halinde, yeni müziği arayan radyo olarak kulağımdan da eksik olmadılar uzun zamandır... 

Uzun lafın kısası, sevdiğim şarkılardan oluşan “Kulak Keyfi Mixtape”, yarın başlıyor... Yarından itibaren her Salı 21:00 - 22:00 arası, kulağımızda şarkılar olacak ve umarım hep birlikte keyfine varacağız... 

Radyo Mood’u dinlemek için bolca seçenek mevcut... Flash Player, i-tunes ve winamp yardımıyla bilgisayarlarınızdan ya da android ve ios aplikasyonlarıyla mobil cihazlarınızdan dinleyebilirsiniz... 

2 Eylül itibariyle başlayacak “Kulak Keyfi Mixtape”i, kaçıranlar ve tekrar dinlemek isteyenlerse yayından sonra kaydını şu adreste bulabilecek...



Viewing all 3914 articles
Browse latest View live